Kayıtlar

Mayıs, 2020 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

İnternet ve İfade Özgürlüğü: Müstear İsimler

Aristo, insanı ‘konuşan hayvan’ olarak tanımlamış. Descartes ise ‘düşünüyorum, öyleyse varım’ demiş. Hangisi daha haklı? Düşünce ve ifade, insanı diğer canlılardan ayıran iki ana özellik. Lakin ifade safhasına geçemeyen düşünce özgürlüğünün pratikte anlam taşımadığı kanaatindeyim. Bu nedenle, sol çevrelerin pek rağbet ettiği ‘düşünce özgürlüğü’ yanlış bir kavramlaştırma. Aklî melekelerimiz yerinde ise, düşünmekte zaten özgürüz. Önemli olan, düşündüğümüzü özgürce ifade edebilmek; yani ifade özgürlüğü. Tek başımıza yaşasa idik, ifade özgürlüğüne ihtiyacımız yoktu. Bizi kısıtlayacak ve ifade imkânından mahrum bırakacak kimselerin olmadığı bir ortamda, böyle bir sorunumuz da olmayacaktı. Bir başka deyişle ifade özgürlüğü, sosyal bir çevrenin parçası olduğumuzda anlam ve önem kazanıyor. Aristo sadece konuşmaktan bahsetse de, kendimizi yazılı, fiilî veya görsel olarak da ifade edebiliriz. Kitap yazmak, resim yapmak, heykel yontmak, tribünde A takımı taraftarlarına ayrılan bölüme oturm

Nazlı

1990’lar, ulaşım ve haberleşme teknolojisindeki gelişmelerin dünyayı küresel bir köy haline getirdiğinin söylendiği yıllardı. Küreselleşmeyle birlikte yeni bir çağa giriyorduk. Ulaşım ve haberleşme teknolojisindeki gelişmelerin tarihi ilk binek hayvanının evcilleştirilmesinden tekerleğin icadına, dumanla işaretleşmeden yazının bulunmasına ve posta güvercinlerinin terbiyesine kadar geriye uzanıyorken küreselleşmenin neden son on yıla hasredildiği bu tespitin açıkta kalan yanını oluşturuyordu. Bana göre 90’lı yıllarda yaşanan, bütün bu gelişmelerin sıradan insanın hayatına değecek kadar bollaşıp ucuzlamasından ibaretti. Bu sonucu büyük ölçüde yaratan, serbestçe işlemesine müsaade edilen piyasa dinamikleri ve müteşebbislerdi. Küreselleşme kervanına geç katılan bir coğrafyada yetiştim. Gazeteler bile öğleden sonra gelirdi. 90’lı yıllar böyle ise, küreselleşme öncesini varın siz hesap edin yahut benden (duyduklarımdan) dinleyin. 60’lı yılların sonu. Televizyon yayınının olduğu fakat

Demiryolları ve Vatan

Anne-babam öğretmendiler. İlk atandıkları köyde tanışıp evlenmişler. İlk hatıralarım o köyde başlar. Tokat-Sivas-Kayseri havalisindeki kasaba ve küçük ilçelerde öğretmenlik yaptılar. Babam Tokatlı, annem Sivaslı olduğundan, mecburi hizmetleri bittikten sonra da o yöreden ayrılmadık. Taa ki ben üniversiteyi kazanıncaya kadar. Sık sık şehre giderdik. En çok da Sivas’a. Küçüklüğümde ‘şehir’ demek, Sivas demekti bu yüzden. Yalnız benim için mi? Büyüklerim anlatırdı: Sivas’a gideceğim diyen bir delikanlıya, ‘dikkat et, kaybolmayasın’ diye tembih ettikleri vakit ne yani, Sivas burdan da mı büyük? diye sormuş. Bayram abinin gördüğü en büyük yer, vaktiyle yerleştikleri bu istasyon kasabasıymış meğer: Musaköy, memleketimiz. Osmanlı’ya dair mektepte anlatılanlarla, herşey yaver giderse üç buçuk saatlik tren yolculuğundan sonra ulaşabildiğimiz Sivas’ta gördüklerim birbirini tutmuyordu. Buruciyesi, Şifaiyesi, Gök Medresesi, Çifte Minaresi, Abdi Ağa Konağı ve Ulu Camii ile ne yana baksa