Kayıtlar

2022 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Dış politikada Menderes'in izinde

ABD ve AB ile arasında soğuk rüzgârlar esen Türkiye’nin, Batı’nın tecrit ettiği İran ve Rusya ile görüşmeye devam etmesi, Rusya’ya uygulanan ambargoya katılmaması (kimilerine göre ‘delmesi’) ve nihayet Çin ile Rusya’nın başını çektiği Şanghay İşbirliği Örgütü’ne katılma konusunda niyet beyanında bulunması dış politikada eksen kayması tartışmasını yeniden alevlendirdi. Diğer ülkelerle ilişkilerimizi geliştirmeye kalkan bütün hükümetler benzer itirazlarla karşılaşmışlardır. Aslında önemli olan, diğer ülkelerle münasebetlerimizi Batı blokundan koparak mı, kopmadan mı geliştirdiğimiz. Rusyayla Ukrayna arasındaki esir takasına aracılık etmek ve Ukrayna tahılının dünya pazarlarına ulaşmasına yardımcı olmak gibi birçok konuda uluslararası sorunların çözümüne katkı sağladığı ve Batı karşısında Türkiye’nin elini güçlendirdiği sürece Batı bloku dışındaki ülkelerle iyi ilişkiler kurmanın nesi kötü? Ancak ticaret yapmanın ve iyi ilişkiler kurmanın ötesine geçip onların siyasî ve ekonomik sistemi

1970'leri özlemek

Müzisyen İlhan İrem’i geçtiğimiz günlerde kaybettik. Ailesine ve sevenlerine başsağlığı diliyorum. Kendine has müziği ve yorumuyla hemen her şarkısında belli bir standardı tutturmayı başarmış iyi bir müzisyendi. Yaptığı müziği ‘senfonik rock’ olarak adlandırıyordu. Hakkında söylenenlerden ve vaktiyle Aydınlık gazetesinde kaleme aldığı köşe yazılarından takip edebildiğim kadarıyla sıkı bir solcu ve Atatürkçü idi. Veysel’in uzun ince bir yol olarak tarif ettiği hayatı bir ‘koridor’ olarak gören, seküler-sufi bir dünya görüşüne sahipti. Vefatının ardından bir dizi taziye mesajı yayınlandı. Onu tanıyanlar, müşterek hatıralarını anlattı veya yazdı. İrem’in müzik dünyasında boy göstermeye başladığı 70’li yıllara bolca atıf yapıldı ve o yıllar özlemle yad edildi. Kimilerine göre 70’ler sevgi dolu masumiyet yıllarıydı. Gerçekten öyle miydi? 70’ler sevgi ve dostluğun hüküm sürdüğü bir dö-nem mi idi? Televizyonun, cep telefonunun ve internetin olmadığı bir dünyada aile efradımız, ahbaplarım

Edirneyi Bulgarlar mı istila ediyor

Son dönemde alışveriş yapmak için Edirne’ye gelen Bulgarlar kimilerini rahatsız etse de, yapılan röportajlardan gördüğümüz kadarıyla esnaf halinden gayet memnun. Günübirliğine gelenlerden pasaport sorulmayacak olması, Edirne’deki hareketliliği önümüzdeki günlerde daha da artıracak. Yani birilerinin yüzü asılmaya, esnafınki gülmeye devam edecek. Esnafın yüzünün neden güldüğü belli; satışları artıyor, kâr ediyor. Peki Bulgarların alışverişlerini memleketimizden yapması kimi, niye rahatsız ediyor? Bu konuda birkaç açıklama getirmek mümkün. Bana göre bu rahatsızlığın sebeplerinden ilki, yabancı düşmanlığı… Bir zamanlar Kürtlere yönelen koyu hoşnutsuzluk son yıllarda yerini mültecilere bıraktı, fakat onlarla sınırlı kalmadı. Turist, yani misafir olarak muvakkat bir süre için ülkemize gelenlere karşı bile öfkeyle bakan azımsanmayacak bir kitle var. Aşağıdaki konuşmaya geçenlerde şahit oldum meselâ: - Geçenlerde Çemberlitaş tarafındaydım. Adres sormak için etrafa bakın-dım, bir tek Tür

seçmen izlemede

Herkesin bir önceliği var. Seçmen ve vatandaş olarak benim önceliğim siyaset dışı kurumların müdahalelerinden arındırılmış, tamamen sivil ve demokratik bir hayat... Türkiye'nin sivil ve demokratik bir düzlemde yoluna devam etmesine hizmet eden her görüşle dayanışma içinde olmaya ve destek vermeye hazırım. Önceliğini "siyaset dışı kurumların müdahalelerinden arındırılmış, tamamen sivil ve demokratik bir hayat" olarak açıklamış bir kimsenin (naçizane benim yani) 22 Temmuz 'referadumunda' tarafsız ve kayıtsız kalması mümkün müydü? Kalmadım, kalamadım. Son yapılan seçimlerde, aralarında yukarda behsettiğim unsurun da ağırlıklı yer tuttuğu pekçok sebepten ötürü oyumu AKP'e verdim. AK Parti elbette beni birbir temsil etmiyor. Her konuda tam bir mutabakat halinde de değiliz. Benim açımdan bunun bir önemi yok çünkü tam mutabakat denen şeyin mümkün olduğuna da, gerekli olduğuna da inanmıyorum. Eşler arasında yada aile fertleri içindeki görüş ayrılıkları dahi tam bi

oylamaya mutlaka katılın

İki önceki yazıda, 27 Nisan 2007'de DYP ve lideri Ağar ile ANAP'a gönderdiğimi söylediğim e-posta. Yerine ulaştı fakat amacına ulaşmadı ne yazık ki. Her iki lider de, partileri de oylamaya katılmadı. ANAP'tan şu an adını hatırlamadığım bir tek milletvekili katılmıştı oylamaya. Sonradan Ak Parti'den bir dönem milletvekilliği yaptı. E-postanın tam metni aşağıda. */* Siyasi sorunların demokratik mekanizmalar içinde ve siyasi aktörler eliyle çözülmesi gerektiğine inanıyorum. Cumhurbaşkanlığı seçiminin siyasetin çözmesi (daha doğrusu karar vermesi) gereken bir konu olmaktan çıkıp "adli bir vaka" halinde mahkemeye taşınması bu bakımdan yanlış olacaktır. Özellikle Sami Selçuk'un Star Gazetesi'ndeki yorumlarını okuduktan sonra, oylamaya başlanabilmesi için Meclis'te 367 kişinin hazır bulunmasının hiç de şart olmadığına iyice kanaat getirmiş bir seçmen ve vatandaş olarak, bu noktada partinize ve milletvekillerinize önemli bir görev düştüğünü düşünüyo

22 temmuzda tenis izlemek

22 temmuz seçimlerinin üzerinden onbeş yıl geçti. çok zorlu bir dönemi bütün ayrıntıları ile tek bir yazıya sığdırmak kolay değil. lâkin ülkeyi 22 temmuz şartlarına götüren hadiseleri önce hür fikirlerde, sonra burada yayınlanan bir yazıyla özetlemeye çalıştım. 22 temmuz, yani tam seçim akşamından kalan bir hatıram var. burada da ondan bahsedeyim. ülke öylesine kutuplaşmıştı ki, 22 temmuz bu iki kutbun meydan muharebesiydi bir bakıma. o gün yapılan seçimin sonucunu herkes çok önemsiyor, merakla bekliyordu. ben de onlardan biriydim. akşam olup saatler altı buçuğu biraz geçtiğinde, sonuçlar verilmeye başlandı. bu kadar erken açıklanacağını beklemiyordum açıkçası. büyük bir merak ve heyecanla ekranın karşısına kuruldum. il il gelen sonuçlar her dakika değişiyor, yeni baştan veriliyordu. hepsini tek tek ve yeniden izlemek benim için müthiş bir keyifti. teyzemlerde idim. teyzemin onbeş yıldır rusyada yaşayan oğlu da o dönem türkiyede idi. yarım saat ya seyrettik, ya seyretmedik k

onbeşinci yılında 22 temmuz seçimleri

Türkiye’nin son kırk yılına damgasını vuran iki seçimden biri olduğunu dü-şündüğüm 22 Temmuz 2007 milletvekili seçimlerinin üzerinden onbeş yıl geçti. İnsan ömrü için uzun, siyasal tarih için kısa bir süre. 22 Temmuza uzanan süreçte dönemin muhalefet partisi CHP ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Kanadoğlu ile hukuk ve izan dışı 367 kararının altına imza atan Anayasa Mahkemesi üyeleri Ak Partili birini (hassaten Erdoğan’ı) cumhurbaşkanı seçtirmemek için ülkeyi adeta bir siyasî kaosun içine atmışlardı. Bu kaos sokakta da yankı buldu ve büyük şehirlerde ‘cumhuriyet mitingleri’ adı verilen geniş katılımlı nümayişler tertip edilmeye başlandı. Bir tarafta görev süresi dolmakta olan bir cumhurbaşkanı, diğer tarafta yeni cumhurbaşkanını seçmeye yetecek milletvekili sayısına sahip bir parti, öbür tarafta Ak Partili bir cumhurbaşkanı istemeyen öfkeli bir kitle. Arkasına basını, yüksek yargıyı ve o dönem hemen her konuda fikir beyan edip sınır çizmeyi doğal bir hak, millî bir görev addeden as

kira kontrolü çözüm değil

Klasik kira kontrol kanunları, belli şehir veya semtteki kiralara bir üst sınır getirir. Kanunun o şehir veya semt için öngördüğünden (yahut izin verdiğinden) daha yüksek bir rakamla evinizi kiraya veremezsiniz. Geçen ay yürürlüğe giren ve konut kiralarındaki artışı yıllık %25 ile sınırlayan kanun, bu anlamda klasik bir kira kontrol kanunu değil. Kiraya değil, artış oranına sınır getiriyor. Bir artıştan veya artış oranından söz edilebilmesi için, kiracı ile mal sahibi arasında evvelce akdolunmuş, süresi dolan ve yenilenmesi gereken bir sözleşme bulunmalı. Dolayısıyla, taraflar arasında ilk defa imzalanan sözleşmeler bu kanunun kapsamı dışında kalıyor. Kanunun ikinci iyi yanı da bu. Kanun 1 Temmuz 2023 tarihine kadar yürürlükte kalacak ve sadece konutlar için uygulanacak. Kısa sayılabilecek bir süre için yürürlükte kalması ve işyerlerini kapsamaması kanunun diğer iyi yanları. Bir kanun düşünün ki ihtiva ettikleriyle değil, etmedikleriyle iyi olsun. Bu da öyle bir kanun işte.

kazım karabekir'in arşivcilği

Kâzım Karabekir’in en önemli özelliklerinden biri, arşivciliği imiş. Yıllar önce izlediğim bir televizyon programında Timsal Karabekir’in (kızı) söylediğine göre babası, yaptığı her işi kayıt altına almakla yetinmez, varsa vesikalandırırmış da. Bir seyahate mi çıktı; tren veya vapur biletini saklar, bilet nâmına bir şey yoksa hangi gün, nereden, nereye, kimlerle, hangi maksat ve vesaitle yola çıktığını, ne zaman ve nasıl döndüğünü not edermiş... Hayatını kayda geçirmede o kadar titizmiş ki izlediği temsillerin, ziyaret ettiği müzelerin bile kaydını tutarmış. Aldığı yahut yazdığı mektuplar, görüştüğü kişiler, çektirdiği fotoğraflar… derken zaman içinde koca bir arşiv oluşturmuş kendine. Bu arşivden yola çıkarak 1930’lu yılların başında İstiklal Harbi’ni kendi cephesinden yazmış. Lâkin resmî tarihi tekzip eden unsurlar barındırdığı gerekçesiyle bu kitap henüz dağıtıma bile girmeden toplatılmış.. Bu hadiseden sonra Karabekir üzerindeki polis nezareti iyice sıkılaşmış. İstiklâl Harbim

kar yağınca

İç Anadolu’da yaz dediğin nedir ki; bir buçuk, bilemedin iki ay. Üstüne bir ceket, hırka veya kazak almadan oturamadığın akşamları yazdan saymazsak, koca bir mevsim onbeş-yirmi güne sığar. Eylül ortası gibi kurulan sobalar önce arada bir, sonra her akşam yanmaya başlar. Bir süre sonra gündüzleri de yakmaya başlarsınız. Öğrencilik yıllarımızda, Ekim sonuna kadar kar yağmadıysa 10 Kasım’da mutlaka yağardı. İyi ki de yağardı; çünkü bu sayede 10 Kasım törenleri kısa kesilir veya içeriye alınırdı. Kış hikâyeleri Benim gibi çocukluğu İç Anadolu’da geçenler, hayatın olağan akışının bir parçası belledikleri kış, kar ve tipi haberlerine son dönemde gösterilen ilgiyi muhtemelen gülümseyerek izliyordur. Küçüklüğümüzde bize de kış üstüne hikâyeler anlatılırdı. Mübalağa dolu bu hikâyelerin en meşhuru Evliya Çelebi’ye aitti: Erzurum o kadar soğukmuş ki kedinin biri bir damdan ötekine atlarken öylece donmuş da, ancak aylar sonra, bahar gelince öteki dama ulaşabilmiş… Daha az bilineni ise şöyl

İspanyol Gribinden Kovid-19'a

Hüseyin Rahmi’nin 1919 yılında yayınlanan Hakka Sığındık isimli romanında Birinci Dünya Savaşı’nın ertesinde İspanyol nezlesinin İstanbul’da yarattığı dehşeti kullanarak mahallenin iki zengininden para sızdırmaya çalışan Abdal Veli’nin hikâyesi anlatılır. Hikâye öyle enteresandır ki salgını unutur, okudukça gülümseten bir polisiye içinde buluruz kendimizi. Hüseyin Rahmi’nin romanda ‘nezle’ diye bahsettiği, 1918-1920 yılları arasında dünyayı saran bir grip salgınıdır esasen. Birinci Dünya Savaşı sırasında yaşanan askerî hareketlilik yanında, savaş bölgelerinden kaçan sivil nüfusun da salgının genişlemesinde payı olduğu söylenir. Bir görüşe göre İngiliz ve Fransız hükümetleri, salgının asker tedarikinde yaşattığı sıkıntılar ile kendi kamuoylarından aynı minvalde gelen baskılar yüzünden Anadolu’yu işgal planlarını gerçekleştiremeden savaştan çekilmek zorunda kalmışlardır. Bu görüş doğru ise, İspanyol gribine çok şey borçluyuz! Birinci Dünya Savaşı’na katılan ülkelerde sansür uygulanır