kar yağınca

İç Anadolu’da yaz dediğin nedir ki; bir buçuk, bilemedin iki ay. Üstüne bir ceket, hırka veya kazak almadan oturamadığın akşamları yazdan saymazsak, koca bir mevsim onbeş-yirmi güne sığar.
Eylül ortası gibi kurulan sobalar önce arada bir, sonra her akşam yanmaya başlar. Bir süre sonra gündüzleri de yakmaya başlarsınız. Öğrencilik yıllarımızda, Ekim sonuna kadar kar yağmadıysa 10 Kasım’da mutlaka yağardı. İyi ki de yağardı; çünkü bu sayede 10 Kasım törenleri kısa kesilir veya içeriye alınırdı.
Kış hikâyeleri
Benim gibi çocukluğu İç Anadolu’da geçenler, hayatın olağan akışının bir parçası belledikleri kış, kar ve tipi haberlerine son dönemde gösterilen ilgiyi muhtemelen gülümseyerek izliyordur.
Küçüklüğümüzde bize de kış üstüne hikâyeler anlatılırdı. Mübalağa dolu bu hikâyelerin en meşhuru Evliya Çelebi’ye aitti: Erzurum o kadar soğukmuş ki kedinin biri bir damdan ötekine atlarken öylece donmuş da, ancak aylar sonra, bahar gelince öteki dama ulaşabilmiş…
Daha az bilineni ise şöyle: Sivas’ta kış o kadar soğuk ve uzunmuş ki çatılardan sarkan buz kütleleri başımıza düşmesin diye kaldırım yerine yolun ortasından yürüyen ahali, bir süre sonra bunu alışkanlık haline getirip yazın da aynısını yapmaya başlamış. Yaz dediğin Sivas’ta kaç haftadır ki zaten?..
Kış hatırası
2011-12 kışıydı. Günler öncesinden ikaz ettikleri kar nihayet İstanbul’a ulaşmış, şehri esir almaya başlamıştı bile. Bu şartlar altında yapılacak en iyi şey yola çıkmamak, dışarıda isek kendini eve atmaktı. Ben de öyle yapıp bir an önce eve dönmek üzere yola koyuldum.
Erken davrandığımdan olsa gerek, trafiğe yakalanmadım. Üç aktarma ile ulaştı-ğım Kısıklı’yı geçtikten hemen sonra trafik kilitlendi ve otobüsün içinde mahsur kaldık. Süre uzadıkça yolcular sıkılmaya, benim gibi ayakta seyahat edenler yo-rulmaya başladı.
Homurdananlar oldu mu, hatırlamıyorum -demek ki fazla olmamış. Lâkin peşpeşe açtığı telefonlarda kiminle konuştuysa hepsine aynı şeyi, üstelik bütün teferruatıyla anlatan bir hanım vardı ki, otobüstekilerin tepkisini fazlasıyla hak etmişti. Muhataplarının bir kez duyduğu, bizimse belki beşinci defa dinlemek zorunda kaldığımız şeyleri hiçbir ayrıntısından feragat etmeden tekrar tekrar anlatan o kadının konuşma azmi ve iştahı bugün gibi hatırımda.
Yaşanan bu küçük tatsızlık üzerine, trafiğe saplanıp kalan otobüsten inip yürümeye karar verdim. Birkaç saat içinde her tarafı kar kaplamış, hâlâ da yağıyordu. Önümde uzun bir yol, aynı yolu yıllar sonra babamla tekrar yürüyeceğim 15 Temmuz gecesinin yaşanmasına ise çook zaman vardı daha. Üşüyordum.
Üşümeye ayaklarımdan başlarım ben. Bu defa da öyle oldu. Nâçar, yürüdüm. Eve vardığımda hava çoktan kararmıştı. Soyunup dökündüm. Bu esnada çoraplarımdan birinin ıslak olduğunu fark ettim. Belli ki su çekmişti. Botları peteğin yanında kurumaya bırakıp, kendime anne mamülü bir tarhana çorbası yaptım.
Ertesi gün botları kontrol ettiğimde, gözle görülür bir hasara rastlamadım. Belli ki dikişleri açılmıştı. Önceki yıl almıştım. Eski sayılmazdı ve tamir edilebilirdi. Lâkin tamirde iken giyecek kışlık yedek ayakkabım yoktu. Su çeken ayakkabılarla çarşı pazar gezemeyeceğimden, yeni bir bot almak üzere en yakın avm’e gittim. Sadece iki ayakkabı mağazası vardı, ikisi de markalı ürünler satıyordu.
Etiketin yarısını aldıkları halde 175 lira (o günkü kurla 100 dolar civarı) tutan bir bot beğendim. Biraz pahalı bulsam da, birikmiş puanlarımı kullanırsam 135’e düşer, onu da üçe böldürürsem 45’e gelir gibi tamamen Türklere mahsus bir finans mantığıyla düşününce o kadar da pahalı olmadığına kanaat getirdim. Bu, o güne kadar bir ayakkabıya ödediğim en yüksek meblağ olacaktı.
Yenisini alınca, diğer (eski) botu tamire verip boyattırdım. Tamirden çıkınca gö-züme öyle yeni ve şirin göründü ki dönüşümlü olarak her iki botu da kullanırım diye düşünürken, annem “senin bu (eski) botlar da güzelmiş. ihtiyacı olan birine versek mi?” diye sorunca, olur dedim.
Kışın kalan kısmını yeni botlarla geçirdim. Havalar düzelince, düz ayakkabıya geçiş yaptım ve botlara ne olduğuyla ilgilenmedim. Son baharda yağmurlar bastırınca ayakkabılığa bakındım. Eskiler, yani annemin teklif edip de belli ki vermeyi unuttuğu botlar oradaydı fakat yenisini göremedim. Eski botları giydim ben de. Müsait bir zamanda bütün dolabı döktüm, fakat yine bulamadım. Anneme sorduğumda dolaba iyice bakmamı tembihledi, ama nafile; eskisi var, yenisi yoktu.
Nasıl olur? Kış bitiminde eskisini ben aldım, deyince meseleyi kavramaya başladım: Meğer eski yerine yeni botları götürmüş. - Üstelik geçen haftaya kadar bendeydi, diye ekledi. Benden aldığı botlar, yağ-murlar başlayınca aklına gelmiş ve kastettiği kişiye o hafta vermiş.
Bu karışıklıktan dolayı biraz mahcup oldu ve üzüldü tabii. En çok da ne çok para verdim diyerek aldığım botlar, doğru-dürüst giyemeden elimden çıktığı için. Biliyorum ki botlara (yada kendisinden çıkmış olsa paraya) değil, bana kıyamadı anneciğim.
Botların kayıp veya ziyan olmadığını, ihtiyacı olan biri tarafından giyildiğini, böylesi bir karışıklık olmasa yapmayacağım bir cömertliğe ve hayra vesile olduğu için sevinmesi gerektiğini söyledimse de ne kadar işe yaradı bilmem.
O kışı eski botlarla geçirdim Eski dediğime bakmayın, sadece son alınana göre eski, fakat annemi yanıltacak kadar iyi görünümlü ve sağlam durumdaki botlarla. Öyle olmasa, bir başkasına vermeyi düşünmezdim zaten. Kullanamayacağımız bir eşyayı başkasına vermemek de dinimizin bir parçası değil mi zaten?
Ertesi sene, aynı mağazadan biraz daha pahalı bir bot aldım. Yine puan kullana-rak ve taksitle. İçi yine kürklü, ama bu defaki siyah.
Bu alışveriş, bir takıntı mı yoksa zararsız bir kişilik özelliği mi olduğunu bilmedi-ğim bir yönümle tekrar yüzleştirdi beni: Severek aldığım, eskittiğim, kaybettiğim veya bir şekilde elimden çıkan şeylerin takipçisi oluyor ve zamanla yerine koyuyorum! Aynısını şemsiyemi kaybedince de yapmıştım, fotoğraf makinam çalınınca da. Allah yerine koyamayacağımız şeyler kaybettirmesin yeter ki…
16 Mart 2022'de Hür Fikirler'de yayınlanmıştır.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

teyzelerim

ibişin rüyası

uzay merakım