Kayıtlar

2020 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

ABD Seçimleri ve Türkiye’deki Trump Muhiplerine Dair

Seçimlerden beklenen, tartışmayı kesin olarak bitirecek bir sonucu gecikmeden ortaya koyması ise, ABD’de seçim mekanizması iyi işlemiyor. Aradan üç haftaya yakın zaman geçtiği halde tartışmanın bitmemesinin bir sebebi Trump’ın hoyrat kişiliği ise, diğer sebebi ABD’de seçimlerin hemen sonuç almayı imkânsız kılacak bir şekilde yapılıyor oluşu. Mektupla oy Taraflar arasındaki en büyük ihtilaf, posta yoluyla kullanılan oyların sayımında ortaya çıkıyor. Trump seçim gününden sonra ulaşan mektupların (oyların) geçersiz sayılmasını savunurken, Biden taraftarları mektubun (oyun) postaya verildiği tarihin önemli olduğunu savunuyor. Kimin haklı olduğunun bence bir önemi yok. Katılımı artırmak için getirilen bir kolaylık olsa da mektupla gönderilen oylar ihtilafa yol açıyor ve sonuç almayı geciktiriyor. Bu yüzden mektupla oy kullanma usulü ABD’de terk edilmeli, diğer ülkeler bu yola hiç tevessül etmemeli. Mektupla oy kullanmanın başka mahzurları da var: 1) Zarf açılırken kimin hangi ada

doktordan neyim eksik?

Önümdeki koltukta oturan iki hanımdan konuşmayı daha çok seveni diğerine diyordu ki: - Doktorun da iki gözü var, benim de. Onun da iki kulağı, bir burnu var, benim de. O da iki kap yemekle doyuyor, ben de. Onun da bir eve ihtiyacı var, benim de. Onun çocuğu varsa, benim de var. Hem de okuyor. İhtiyaçlarımız aynıyken gelirimiz niye farklı olsun? Benim doktordan neyim eksik? İhtiyaçlarımız eşit mi ki? Bu soruya ancak büyük genellemeler yaparak ‘evet’ cevabı verilebilir. Öyle ki barınma, beslenme ve giyinme gibi temel ihtiyaçlar bakımından eşit olsak da, bu ihtiyaçların nerede, ne zaman ve ne şekilde karşılanacağında anlaşamayız. Sözgelimi, barınma sorununu bir yalı veya köşkte oturarak da çözebiliriz, lüks veya mütevazi bir apartman dairesiyle de. Nerede barınacağım sorusuna verilecek her farklı cevap bir eşitsizlik üreteceğinden, evvelâ seçenek sayısının azaltılması gerekir. Yalı ve köşk sayısının azlığı dikkate alınacak olursa, barınma meselesinde eşitliği tesis etmenin en kol

salgınla mücadelede kamu otoritesi

Yüzyıl önce dünya, doğduğu coğrafyanın dışına çıkmadan ölen insanlarla doluydu. Bugün her hafta sonu veya bayram önü/arkası bir soluk alma fırsatı olarak görülüyor. Bu, Türkiye’de de böyle… Gidenlerin bir kısmı tatil beldelerini tercih ediyor, bir kısmı sılayı, ailelerinin yanını. Yönü ve amacı ne olursa olsun, insanoğlunun yeryüzündeki hareketliliği hastalık ve salgınların yayılma hızını artırıyor. Tam düştü derken, yaz aylarında başlayan hareketlilikle yeniden yükselen vaka sayıları da bunu teyid etmiyor mu? Sokak kısıtlamaları çözüm mü? Bir süreliğine yavaşlatılabilse de, insanoğlunun yeryüzündeki hareketliliğini durdurmak veya büyük ölçüde azaltmak mümkün görünmüyor. Bu yüzdendir ki onbeş gün tam teşekküllü sokağa çıkma yasağı ilan edilsin, sınırlar kapatılsın, görün bakalım salgından eser kalıyor mu? önerisi ne makul, ne de gerçekçi. Bu öneriyi getirenler, sokağa çıkma yasağı boyunca tüketeceğimiz herşeyin stoklardan (vaktiyle üretilen malların tüketilmeyen kısmından) kar

izmirin ayaküstü lezzetleri

Resim
Uzun yıllar İzmir’de yaşadım. Ailem, akrabalarımın bir kısmı, bazılarıyla akraba gibi olduğumuz komşularım, tanıdıklarım, ahbaplarım. Velhasıl beni İzmir’e bağlayan çok şey var. Bu nedenle sık sık giderim İzmir’e. Daha doğrusu, giderdim. En son Mart başında gitmiş, birkaç gün kalıp dönmüştüm. On gün kadar sonra ilk vaka (korona) teşhis edildi. Akabinde getirilen seyahat kısıtlamaları kaldırıldıktan sonra da il dışına çıkmadım. Ta ki hususî araçlarıyla beni ziyarete gelen anne-babamla birlikte İzmir’e gidene kadar. Bu, salgının başından beri aldığım ilk gayr-i zarurî risk. Bir bakıma ilk vukuatım. Geçen hafta İzmir’deydim. Mümkün olduğu kadar az sayıda insanla, mümkün olduğunca kısa süreli görüşmeler yaptığım tam bir ‘çekirdek aile’ ziyaretiydi. Asıl sebeb-i ziyaretim olan beş yaşındaki yeğenimle bol bol saklambaç oynadık, boğuştuk, Urla’nın kuytu sahillerinde kumdan kuleler yapıp denize taş attık. Dalgalar müsaade ettiği ölçüde denize girip suyla oynadık. Yüzmeyi değilse de denizd

sadelik ve mükemmellik üstüne

Hatırlar mısınız bilmem, Beyazıt Öztürk ve Kadir Çöpdemir ikilisi, vaktiyle NTV’de Biri Bana Anlatsın isimli bir program yapıyordu. Programın sonuna doğru açtığım için adını öğrenemediğim bir profesörü konuk ettikleri bir bölümünde mükemmelliğin tanımı üzerine konuşurlarken, aklımın bir köşesinde hep var olan fakat hiçbir zaman o netlikte ifade edemediğim bir tespitte bulundu profesör. Mealen dedi ki: Çoğumuzun sandığının aksine mükemmellik, içinde herşeyi barındıran, ilave edecek başka birşeyin olmadığı yada kalmadığı kompleks bir yapıda değildir. Gerçek mükemmellik, muhtevasından çıkarılacak birşey olmayan, çıkarıldığında varoluş gayesini veya anlamını (ontolojik bütünlüğünü de diyebiliriz buna) kaybedecek sadeliktedir. En güzel romanının hangisi olduğu sorusuna, belki de bu yüzden ‘Kırmızı Pazartesi’ cevabını veriyor Marquez. Ve ekliyor: Çünkü en ince olanı. Yani anlatmak istediğini, muhtevasından ödün vermeden en az sözcükle anlatabildiği romanı. Aynı ölçüyü hayata da

İnternet ve İfade Özgürlüğü: Müstear İsimler

Aristo, insanı ‘konuşan hayvan’ olarak tanımlamış. Descartes ise ‘düşünüyorum, öyleyse varım’ demiş. Hangisi daha haklı? Düşünce ve ifade, insanı diğer canlılardan ayıran iki ana özellik. Lakin ifade safhasına geçemeyen düşünce özgürlüğünün pratikte anlam taşımadığı kanaatindeyim. Bu nedenle, sol çevrelerin pek rağbet ettiği ‘düşünce özgürlüğü’ yanlış bir kavramlaştırma. Aklî melekelerimiz yerinde ise, düşünmekte zaten özgürüz. Önemli olan, düşündüğümüzü özgürce ifade edebilmek; yani ifade özgürlüğü. Tek başımıza yaşasa idik, ifade özgürlüğüne ihtiyacımız yoktu. Bizi kısıtlayacak ve ifade imkânından mahrum bırakacak kimselerin olmadığı bir ortamda, böyle bir sorunumuz da olmayacaktı. Bir başka deyişle ifade özgürlüğü, sosyal bir çevrenin parçası olduğumuzda anlam ve önem kazanıyor. Aristo sadece konuşmaktan bahsetse de, kendimizi yazılı, fiilî veya görsel olarak da ifade edebiliriz. Kitap yazmak, resim yapmak, heykel yontmak, tribünde A takımı taraftarlarına ayrılan bölüme oturm

Nazlı

1990’lar, ulaşım ve haberleşme teknolojisindeki gelişmelerin dünyayı küresel bir köy haline getirdiğinin söylendiği yıllardı. Küreselleşmeyle birlikte yeni bir çağa giriyorduk. Ulaşım ve haberleşme teknolojisindeki gelişmelerin tarihi ilk binek hayvanının evcilleştirilmesinden tekerleğin icadına, dumanla işaretleşmeden yazının bulunmasına ve posta güvercinlerinin terbiyesine kadar geriye uzanıyorken küreselleşmenin neden son on yıla hasredildiği bu tespitin açıkta kalan yanını oluşturuyordu. Bana göre 90’lı yıllarda yaşanan, bütün bu gelişmelerin sıradan insanın hayatına değecek kadar bollaşıp ucuzlamasından ibaretti. Bu sonucu büyük ölçüde yaratan, serbestçe işlemesine müsaade edilen piyasa dinamikleri ve müteşebbislerdi. Küreselleşme kervanına geç katılan bir coğrafyada yetiştim. Gazeteler bile öğleden sonra gelirdi. 90’lı yıllar böyle ise, küreselleşme öncesini varın siz hesap edin yahut benden (duyduklarımdan) dinleyin. 60’lı yılların sonu. Televizyon yayınının olduğu fakat

Demiryolları ve Vatan

Anne-babam öğretmendiler. İlk atandıkları köyde tanışıp evlenmişler. İlk hatıralarım o köyde başlar. Tokat-Sivas-Kayseri havalisindeki kasaba ve küçük ilçelerde öğretmenlik yaptılar. Babam Tokatlı, annem Sivaslı olduğundan, mecburi hizmetleri bittikten sonra da o yöreden ayrılmadık. Taa ki ben üniversiteyi kazanıncaya kadar. Sık sık şehre giderdik. En çok da Sivas’a. Küçüklüğümde ‘şehir’ demek, Sivas demekti bu yüzden. Yalnız benim için mi? Büyüklerim anlatırdı: Sivas’a gideceğim diyen bir delikanlıya, ‘dikkat et, kaybolmayasın’ diye tembih ettikleri vakit ne yani, Sivas burdan da mı büyük? diye sormuş. Bayram abinin gördüğü en büyük yer, vaktiyle yerleştikleri bu istasyon kasabasıymış meğer: Musaköy, memleketimiz. Osmanlı’ya dair mektepte anlatılanlarla, herşey yaver giderse üç buçuk saatlik tren yolculuğundan sonra ulaşabildiğimiz Sivas’ta gördüklerim birbirini tutmuyordu. Buruciyesi, Şifaiyesi, Gök Medresesi, Çifte Minaresi, Abdi Ağa Konağı ve Ulu Camii ile ne yana baksa