salgınla mücadelede kamu otoritesi
Yüzyıl
önce dünya, doğduğu coğrafyanın dışına çıkmadan ölen insanlarla doluydu. Bugün
her hafta sonu veya bayram önü/arkası bir soluk alma fırsatı olarak görülüyor. Bu,
Türkiye’de de böyle…
Gidenlerin
bir kısmı tatil beldelerini tercih ediyor, bir kısmı sılayı, ailelerinin yanını.
Yönü ve amacı ne olursa olsun, insanoğlunun yeryüzündeki hareketliliği hastalık
ve salgınların yayılma hızını artırıyor. Tam düştü derken, yaz aylarında başlayan hareketlilikle yeniden yükselen
vaka sayıları da bunu teyid etmiyor mu?
Sokak kısıtlamaları
çözüm mü?
Bir
süreliğine yavaşlatılabilse de, insanoğlunun yeryüzündeki hareketliliğini durdurmak
veya büyük ölçüde azaltmak mümkün görünmüyor. Bu yüzdendir ki onbeş gün tam teşekküllü sokağa çıkma yasağı ilan edilsin, sınırlar kapatılsın, görün bakalım salgından eser kalıyor mu?
önerisi ne makul, ne de gerçekçi. Bu öneriyi getirenler, sokağa çıkma yasağı
boyunca tüketeceğimiz herşeyin stoklardan (vaktiyle üretilen malların
tüketilmeyen kısmından) karşılanacağını unutuyorlar.
Meyve
ve sebze gibi, üretimi ve tüketimi çoğu zaman farklı coğrafyalarda yoğunlaşan ve
büyük çaplı stok tutmanın mümkün olmadığı temel gıdalarda kıtlık yaşanmaması,
üretim ve dağıtım kanallarının sürekli açık tutulmasına -bir diğer deyişle,
sokak kısıtlamalarının bir köşesinden mutlaka delinmesine- bağlı. Stok tutmanın
mümkün olmadığı hizmetler sektörü de hesaba katılınca, sokak kısıtlamalarının neden
tercih edilmediği daha iyi anlaşılıyor.
İnat mı, umut mu?
Bundan
birkaç yüzyıl öncesine kadar, zarurî ihtiyaçlarını karşılayabilen insanlar kendini
mutlu addediyordu. Böyle bir dünya onlar için ‘cennet’ demekti. İnsanlık,
uzunca bir süredir çok daha fazlasına sahip ve buna alışmış. Bugünün insanı tüketim
kalıplarından, alışkanlıklarından, zevklerinden ve sosyal ilişkilerinden uzun
boylu taviz vermek, feragat etmek istemiyor. Kimilerinin bencillik, inat ve
açgözlülük olarak gördüğü bu tutum, benim geleceğe daha ümitle bakmamı sağlıyor.
İnsanlık
ne salgınlar, ne savaşlar gördü; ne badireler atlattı. Her defasında içe
kapansa ve yolundan geri dönse idi, medeniyet bugün bulunduğu yerde olmazdı. Medeniyetin
ulaştığı nokta, her türlü zorluğa ve olumsuzluğa rağmen içe kapanmayan,
yolundan dönmeyen insanların bitmek bilmez gayretlerinin eseri.
Bana
göre, salgınla mücadele için getirilen önerilerin en tehlikelisi içe kapanma,
dış dünya ile ilişkilerini kesme veya asgariye indirme çağrısı. Sağlık ekonomiden önce gelir korosu,
yaşayabilmek için tüketmemiz, tüketebilmek içinse önce üretmemiz gerektiğini gözden
kaçırıyor. Bundan üçyüz, beşyüz, bin yıl öncesinden farklı olarak virüsün
yayılımını sessiz ve bîçare vaziyette seyretmiyorsak, milyarlarca doları
laboratuvarlara ve aşı çalışmalarına aktaracak gücümüz varsa, bu gücü
insanların ve ulusların işbirliğine borçluyuz. Yakın zamanda üretileceğini
sandığım aşı, dünyanın hangi ülkesinde ve kimler tarafından bulunursa bulunsun bütün
insanlığa hizmet edecek.
Neler
yapıldı?
Korona,
en ölümcül olmasa da dünyanın gördüğü muhtemelen en bulaşıcı virüs. Ulaşım
imkânlarının herkesin istifade edebileceği kadar gelişmesi ve ucuzlamasıyla ortaya
çıkan hareketlilik bulaşıcılığı daha da artırdı. Hal böyleyken hayatı akışına
bırakmak, tedbir almamak ne mümkün, ne de doğru. Bilâkis hem ferdî olarak hem
de devlet marifetiyle yapılabilecek şeyler var.
Sağlık
sektöründeki devlet ağırlığının giderek artsa da, sağlığımızı korumak evvelâ kendi
görevimiz olmaya devam ediyor. Mesuliyeti devlete, topluma ve diğer bireylere
yıkarak aradan sıyrılamayız. Lâkin salgın hastalıklar diş ağrısı, kalp ve
böbrek yetmezliği ile tansiyon ve şekerden farklı olarak bütün toplumu tehdit ettiğinden,
salgınla mücadele en liberal siyasî yapılarda bile devletin görevi. Ne var ki
bu mücadelede devletin her yaptığı doğru ve yapabilecekleri sınırsız değil. Bu,
Türkiye örneğinde de böyle.
Hükümet,
ilk vakanın tespit edildiği günden itibaren çok sıkı tedbirler aldı. O dönemde
fazlaca ihtiyatlı bulduğum bu tedbirler sayesinde, kayda değer başarılar elde
edildi. Lâkin hayatın akışını bu derece sekteye uğratan tedbir ve kısıtlamalar
ilânihaye sürdürülemeyeceğinden önce gevşetildi; sonra (birkaçı dışında) büsbütün
kaldırıldı. Bu istisnalardan biri de, belli saatler dışında hâlâ sokağa çıkamayan
altmışbeş yaş üstü vatandaşların durumu.
Yaşlılarımız, tecrübelilerimiz
Havanın
dahi kararmadığı yaz günlerinde akşam sekizden önce eve dönmek zorunda bırakılan
bu insanların kendini koruma kapasitesine, irfanına ve bilgeliğine daha fazla
güvenilerek, uzadıkça uzayan bu yanlış uygulama bir an önce terk edilmeli. Belediyelerce
verilen ulaşım kartlarına, günün belli saatlerinde ve günde en fazla X kere
ücretsiz kullananım hakkı yüklenmesi, yaşlı nüfusun seyyaliyetini azaltmada
yeterince etkili bir demokratik tedbir olacaktır.
En
vahim hata
Salgınla
mücadeleyi genel itibariyle iyi yönettiğini düşündüğüm hükümetin bu süreçte
yaptığı en vahim hata, belediyelerin açtığı yardım kampanyalarını askıya
almasıydı. Gerekçe: Bakanlıktan izin alınmamış olması.
Belediye
başkanları memur değil, seçilmiş insanlardır. Mevzuat yardım toplamaya müsaade
etmiyorsa, yanlış olan mevzuattı. Yapılması gereken, mevzuatı değiştirmek için
harekete geçmek, fakat değişmesini beklemeden bu izni vermekti -İzin
başvurusunda bulunulmamış bile olsa!..
Ülkesini
seven, fakat salgının açtığı sosyal yaraya başka (hükümet-dışı) kanallarla merhem
olmak isteyenler için alternatif yollar hep açık tutulmalı. Aksi bir uygulamanın
kurban derilerini Türk Hava Kurumu’na bağışlama dayatmasından ne farkı kalır
ki? Bağış sahibi, bağışlayacağı kurumu seçme özgürlüğüne sahip olmalı.
Piyasa,
bolluk getirir
Hükümetin
yaptığı bir diğer büyük hata, maske satışına yasak getirmesiydi. Bu yanlış
karar yüzünden, en basit tezgâhlarda bile kolayca üretilebilecek bir bez
parçasının kıtlığını yaşadık. Maske satışının serbest bırakılmasıyla, açıklanan
tavan fiyatın -ki bu da yanlış bir uygulama- yarısına, hatta kimi yerlerde üçte
birine istediğimiz kadar maske bulmaya başladık.
Maske
fetişizmi
Son
dönemde öne çıkan bir diğer mesele, konutlar dışında kalan bütün kapalı ve açık
alanlarda maske kullanma mecburiyetinin getirilmiş olması…
Bakkallar,
marketler ve AVM’ler gibi çok sayıda insanın bir arada bulunduğu veya girip
çıktığı kapalı alanlarda yahut asansörler ve toplu taşıma vasıtaları gibi müştereken
kullanılan yerlerde maske takma zaruretine ben de inanıyorum. Hatta Eminönü, İstiklal
Caddesi, Kemeraltı gibi insan trafiğinin yoğun olduğu açık alanlarda bile maske
ile dolaşılmalı. Fakat tenha bir parkta oturan yahut boş denebilecek bir
sokakta yürüyen bir insanı maske takmaya zorlamanın bir anlamı var mı? Hayatın
her ânının/alanının devlet eliyle düzenlenmesini sıradanlaştıran bu toptancı
yaklaşım, uzun vadede salgından çok daha fazla zarar verme potansiyeline sahip.
Salgının
yeniden yükselişini maske kullanımındaki özensizliğe bağlayanlar, vaka
sayısının düşüşe geçtiği aylarda ‘her yerde maske’ zorunluluğunun olmadığını
unutuyor. Vaka sayısını asıl yükselten, yaz aylarında artan seyahatler ile düğün,
sünnet vb. organizasyonlardı.
Neler
yapılabilir?
Bu
dönemde ortaya çıkacağı belli olan bu hareketliliği azaltmak üzere, işçi ve
memurların izinleri sonraki dönemlerde kullandırılmak üzere ertelenebilirdi
(Bu, hâlâ mümkün).
Keza
düğün, nişan ve benzeri etkinliklere Eylül yerine yaz başında sınırlama getirilebilirdi.
ÖSYM’nin
düzenlediği sınavların geçerlilik süresi birer yıl uzatılarak yüzbinlerce daha
az kişinin bu sınavlara girmesi (hâlâ) sağlanabilir.
Taksi
ve dolmuş plakalarına konan tahdit gevşetilerek (daha iyisi, kaldırılarak) toplu
taşımada yoğunluk (hâlâ) azaltılabilir.
Bütün
bunlar yapılmadığı gibi, daha önce bütün bankalarca alınan vergi ve SGK
primleri sadece kamu bankaları tarafından tahsil edilmeye başlandı. Yapılandırılmış
(af kapsamına giren) borçlar ise yalnızca vergi daireleri tarafından tahsil ediliyor.
Tahsilat ağının genişlemesi ödeme kuyruklarını azaltacak, salgınla mücadeleye
destek olacaktır.
Bunlar,
ilk etapta aklıma gelenler…
Görüldüğü
gibi, küçük düzenleme ve tedbirlerle yapılabilecek hâlâ çok şey var.
2 Ekim 2020'de Hür Fikirler'de yayınlanmıştır.
Yorumlar
Yorum Gönder