Kayıtlar

2017 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

turgut özal kitabı

1983-1989 yılları arasında Başbakanlık, 1989-1993 yılları arasında Cumhurbaşkanlığı yapmış, siyasetin simge isimlerinden biridir Özal. Fikir ve icraatlarıyla çok tartışılmış, çok eleştirilmiş, fakat bir o kadar da topluma mal’olmuş ve sevilmiştir. Ufku o kadar geniştir ki, bugün dahi Türkiye’nin siyasî ve ekonomik vizyonunu ve gündemini oluşturan ve rotasını tayin eden adımların çoğu ya Özal döneminde ve/veya onun tarafından, yahut sonradan fakat onun arzuladığı istikamette atılmıştır. Ekonominin liberalizasyonu ve özelleştirme, telekomünikasyon çağına ayak uydurma, Avrupa Birliği’ne (o zamanki adıyla AET’e) üyelik ve başkanlık sistemi, Özal’ın başlattığı, bir ölçüde gerçekleştirdiği veya hayalini kurduğu projelerden sadece birkaçıdır. Başbakanlık Müsteşarı olduğu dönemde alınan ve hazırlanmasında büyük pay sahibi olduğu 24 Ocak (1980) kararlarıyla başlayan ve başta kendi kurdukları olmak üzere sonraki hükümetlerce de devam ettirilen ekonomide liberalizasyon ve dışa açılma politik

tebrizin kış güneşi

Roman - Yazarı: Nefrin Tokyay Dönemin şartlarına, diline ve olaylara vakıf bir kalem tarafından özenle yazıldığı romanın her satırından belli. Ancak kurgusunu ve hikâyenin gelişimini takip etmekte zaman zaman zorlanabiliyorsunuz. Bu güçlüğü aşmak için yapılması gereken şey, 13. yüzyılda Anadolu’nun ve Anadolu Selçuklularının durumuyla ilgili bir ön-okuma yapmak. Çünkü roman, okuyucunun bu konuda yeterli bilgiye sahip olduğu (yada olması gerektiği) varsayımıyla yazılmış. Halbuki hiç de öyle değil. Sözü edilen dönemde Anadolu, Moğol vesayeti altında. Sultan 2. Gıyaseddin Keyhüsrev öldükten sonra, oğulları arasında taht mücadelesi başlamış. Tahtın resmî sahibi 2. İzzeddin Keykavus, Moğolların yeni hânını kutlamak üzere bizzat kendisi gitmek yerine kardeşi Rükneddin’i gönderince Moğol Hanı’nın gazâbına uğrar. Atabeğlik/hocalık yaptığı Rükneddin ile birlikte yola çıkan, aynı zamanda ona tercümanlık da yapan Bahaeddin Yusuf, hânın bu öfkesinden istifade ederek Rükneddin’i yen

sıradan insanın kaderi ve kapitalizm

Alâlade zamanlarda dik durmak kolaydır. Parlak nutuklar atmak, iddialı cümleler kurmak, özgürlük havarisi kesilmek, darbe olursa tankın üzerine ilk ben çıkarım demek… İnsanın gerçek karakterinin bütün zaaflarıyla ortaya çıktığı zor zamanlar vardır bir de. Havanın bulanıklaştığı, denizin kabardığı, yağmurun gökler delinmiş gibi yağmaya, rüzgârın sert esmeye başladığı zamanlar. Böyle zamanlarda önce yapraklar savrulur. En cılızlar, en savunmasızlar (ve en masumlar) onlardır çünkü. Sonra ağaçlar devrilmeye, azgın sular önüne kattığı herşeyi sürüklemeye başlar. Doğanın bu azgınlığına karşı size güvenlik vaad edenlere yanaşırsınız. Yahut zayıf ve korumasız hâlinizden istifade eden bir güçlü sizi alır ve kulu-kölesi yapar. Büyük (merkezî) krallıkların henüz kurulmadığı Orta Çağ Avrupasının sıradan insanları, böyle bir güvenlik endişesi içinde yaşıyorlardı işte. Küçük prenslikler ve derebeyleri bir yandan birbirleriyle kapışırken, öbür taraftan eşkıya, haydut ve diğer tehlikelere karşı

hoşçakal

mümkün olduğunca kırıp dökmemeye çalışsak da, hayatın akışı bizi bazen hırçınlaştırabiliyor. bu hırçınlığı dizginlemek, bunun mümkün olmadığı zamanlarda ise en azından telafisi zor sonuçlar doğurmaması için çalıştım. ama herzaman başarılı olduğum söylenemez. neticede ben de herkes gibi ve en az hepiniz kadar, telafiyi gelecek zaman dilimlerine bırakmakla malülüm. hepiniz hoşçakalın. */* Not: 2013 yılında, iş değiştitirken çalışma arkadaşlarıma gönderdiğim veda mektubu

Sosyalizm: eşitlik mi kölelik mi?

Din, dil, ırk, cinsiyet ve siyasî görüş farkı gözetilmeksizin bütün insanlar eşittir . Birlemiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nde yer alan bu ifadelerin uluslararası bir hukuk normu hâlini alabilmesi uzun mücadeleler sonunda mümkün olabilmiştir. Bu norma göre bütün insanlar yaşama, düşünce, ifade, çalışma, inanç ve ibadet özgürlüğü gibi kullanmaktan men edilemeyecekleri ve başkalarına devri mümkün olmayan birtakım haklara sahip olarak doğar ve yaşarlar (yaşamalıdırlar). Bu haklara sahip olmada bilâ-istisna gözetilen eşitliğin anlamı ve çerçevesiyle ilgili tartışmalar ise devam etmektedir. Liberallere göre eşitlik, yukarıda zikredilen temel haklara sahip olma ve bu hakları serbestçe (engellenmeden) kullanabilme meselesidir. Bu iradî kullanım sonunda ortaya çıkan neticenin bütün sorumluluğu ferde ait olduğundan, bu neticeye tesir edecek müdahaleler liberaller tarafından hoş karşılanmaz ve âdil bulunmaz. Zira bu müdahaleler hem ferdî iradeyi yaralar, hem de muhtemel

açık büfenin tarihi

bir önceki yazıda bahsettiğim iftar programları, genellikle fiks menü şeklinde oluyor: çeşidi ve ölçüsü önceden belirlenmiş/duyurulmuş yemeklerin (salata, tatlı ve içecekler de buna dahil) belli bir fiyat ile müşteriye sunulması. yemediğin hiçbirşeyin parası iade edilmiyor, menü haricinde yediğin herşeyin parası ayrıca alınıyor. anlamını yıllar sonra öğreneceğim fiks menü ifadesini televizyonda, mavi boncuk filminde duymuştum. tarık akan, kemal sunal, zeki alasya, halit akçatepe, münir özkul ve metin akpınar fiks menü diye gittikleri bir gazinoda hesabı ödeyemeyince dayak yiyor, bu dayağın acısını gazinonun assolisti emel sayın’ı kaçırarak çıkarmaya çalışıyorlardı. filmin hemen başındaki bu sahneden demek ki fiks menü ucuz oluyor sonucunu çıkarmıştım. yıllar geçti, self-servis diye birşey duydum; yemekleri garson getirmiyor, sen alıyorsun dediler. çok şaşırmıştım: nasıl yani? çok daha sonra öğrenip, bir dönem sıkça tecrübe ettiğim bir servis biçimi olarak açık büfe var bir d

iftar sofraları

bir ramazan ayını daha, çok şükür, geride bıraktık. ailece katıldıklarım hariç, bu yılki kadar çok iftar daveti aldığımı hatırlamıyorum. bu davetlerden birkaçına yazık ki icabet edemedim. davet sahiplerinin hepsinden allah razı olsun. piknik şeklinde tertip ettiğimiz halde, haziran ayında bastıran yağmur ve soğuk hava nedeniyle bir ablamızın evine taşıdığımız bir iftar daha var ki, bu yıl aldığım davetlere bunu da ilave edebiliriz. gün geçtikçe daha çok yerleşen bir trend olarak insanlar birbirlerini ev yerine dış mekânlarda ağırlıyor veya oralarda buluşuyorlar. taziye çadırları bile bunun bir göstergesi değil mi? evinde misafir etmektense bir otelin lobisinde, lokantada veya bir kafede buluşmak da bu trendin bir parçası. annemden duyuyorum, hanımlar bile günlerini dış mekânlarda yapmaya başlamışlar. ‘değişiklik olsun’ diye arada bir dışarıda yiyenler de buna eklenince, karşımıza kocaman bir sektör çıkıyor: dışarıda yeme/ağırlama sektörü. iftar sofraları da iştah kabartıcı bir

17 Nisan

- Türkiye hiç bu kadar kutuplaşmamıştı (olumsuz bakış) - Türkiye, bu kadar çok kutuplaşmışken bile sorunlarını demokratik usuller ve barışçı yöntemlerle çözmeyi becerebiliyor (olumlu bakış) Aynı tabloya bakarak getirilebilecek iki farklı yorumun her ikisinde de hakikat payı bulunuyor. Bu fevkalâdeliğin yeterince farkında değilsek, siyaset gözümüzü kör ettiği, öfke, nefret, ihtiras ve siyasal tapınma gibi en ilkel duygular benliğimizi esir aldığı içindir. Bu cinnet hali geçip de 17 Nisan günü hayat kaldığı yerden devam etmeye başlayınca dostlarımızın, akrabalarımızın, ahbaplarımızın, komşumuzun ve iş arkadaşlarımızın, kısaca en iyi ve en zor zamanlarımızda yanımızda bulunan insanların evetçi mi, hayırcı mı olduğunun hiçbir ehemmiyeti kalmayacak. Lakin bu süreçte açılan yaralar hatırda kalacak ve içten içe kanamaya devam edecek. */* Hayat sürprizlere gebe. Niyetlenilmemiş sonuçlar da bunun bir parçası… Anayasa Mahkemesi’nin 2007 yılında aldığı ve Cumhurbaşkanlığı seçimini ki

çözüm süreci ve rasyonale dönüş

Bu yıl ülke genelinde yaşanan elektrik kesintisi sayesinde, teknolojinin henüz bizi esir almadığı bir dönemin şartlarına üç-beş saatliğine de olsa geri döndük. Bu küçük deneyde fark ettim ki, şartların (vasatın) değişmesi davranış kodlarını hemen değiştirmiyor. Elektriğin kesilmesiyle devre dışı kalan baz istasyonları yüzünden yaşanan yoğunluk, insanların sudan sebeplerle de olsa birbirini aramasına mani olmayınca şebekeler tamamen kilitlendi ve nispî bir ‘kaos’ ortamı oluştu. Bu esnada yapılan sonuçsuz aramalar, bataryaları tüketmekten başka bir işe yaramıyordu. Halbuki elektrikler hâlâ kesikti ve ne zaman geleceği bilinmiyordu. 7 Haziran seçimlerinin, kimilerine göre kaos ve istikrarsızlık anlamına gelen sonuçlarını okurken, bu örneği hatırlamakta yarar var. Onüç yıllık tek parti iktidarının gerek siyasette, gerekse zihinlerde yarattığı konforun son bulması hemen her kesimde şok etkisi yarattı ve rasyonalite kaybına yol açtı. Uzun bir zamandır tek başına kullandığı iktidar yet

HDP şimdi değilse ne zaman?

Haftada bir "yorum" yazmak üzere anlaştığım bir gazete için 14 Ağustos 2015'te kaleme aldığım, fakat yazı işleri engeline takılan ikinci ve son yazım. (ilkini birkaç rötuşla yayınlamışlardı). Bugünden bakınca nasıl görünüyor? Gerçekçi mi, yoksa çok mu naif? */* Son bir buçuk yılda üç seçim yaşadık. Bir dördüncüsü, kuvvetli bir ihtimal olarak önümüzde duruyor. Her seçim döneminde siyasî rekabetin dozu artar, atmosfer gerginleşir. Siyasette aşırı kutuplaşma ve nefret dili hâkimse, gerginlik had safhaya ulaşır, husumete dönüşür. Son dönemde yaşanan da bu aslında. Projeler ve vaatler üzerinden değil, şahsiyetler üzerinden; olmak yada yapmak (icraat) üzerinden değil ‘yaptırmamak’ üzerinden yürütülen seçim kampanyaları. Önce bir nefret objesi yaratılıyor. Akabinde, başka hiçbir müştereği olmayan insanlar o nefret etrafında saf tutuyor ve adına ‘muhalif blok’ yada ‘siyaset’ deniyor. Kendini anti-AKP yada anti-Erdoğan olarak tanımlayan bu ruh hâlini anlamak için, b