sıradan insanın kaderi ve kapitalizm

Alâlade zamanlarda dik durmak kolaydır. Parlak nutuklar atmak, iddialı cümleler kurmak, özgürlük havarisi kesilmek, darbe olursa tankın üzerine ilk ben çıkarım demek…
İnsanın gerçek karakterinin bütün zaaflarıyla ortaya çıktığı zor zamanlar vardır bir de. Havanın bulanıklaştığı, denizin kabardığı, yağmurun gökler delinmiş gibi yağmaya, rüzgârın sert esmeye başladığı zamanlar.
Böyle zamanlarda önce yapraklar savrulur. En cılızlar, en savunmasızlar (ve en masumlar) onlardır çünkü. Sonra ağaçlar devrilmeye, azgın sular önüne kattığı herşeyi sürüklemeye başlar. Doğanın bu azgınlığına karşı size güvenlik vaad edenlere yanaşırsınız. Yahut zayıf ve korumasız hâlinizden istifade eden bir güçlü sizi alır ve kulu-kölesi yapar.
Büyük (merkezî) krallıkların henüz kurulmadığı Orta Çağ Avrupasının sıradan insanları, böyle bir güvenlik endişesi içinde yaşıyorlardı işte. Küçük prenslikler ve derebeyleri bir yandan birbirleriyle kapışırken, öbür taraftan eşkıya, haydut ve diğer tehlikelere karşı himaye ettiği insanlardan ağır vergiler alıyorlardı. Kaleler ve topraklar el değiştirdikçe halkın ödediği vergiler de katlanarak artıyordu.
Lakin Orta Çağ Avrupasında ağır vergilere tâbi olmak bile bir baht göstergesiydi: Bir mülkiyetiniz vardı en azından ve muhatap alınan bir şahsiyettiniz. Kapitalist öncesi dönemde Batı’da hüküm süren ekonomik sistem olan feodalitenin, nüfusun geniş kesimini oluşturan serflere sunduğu tek şey ailece sığınabilecekleri bir dam altıydı çünkü. Karşılığında bütün ailenin (doğmamış çocukları da dâhildi buna) ömür boyu ve neredeyse karın tokluğuna senyörün hesabına çalışması gerekiyordu. Mesai saatlerini belirleyen de yine senyördü.
Kapitalizmin ilk başarısı, kitlesel bir refah yaratmadan çok önce bu kısır döngüyü kırmak oldu. İnsanlar yine ailece, ömür boyu ve uzun mesailer yaparak, fakat bu defa kapitalistler için çalışıyorlar, emeklerinin karşılığı olarak az da olsa bir ücret alıyorlardı. Hor ve hakir görülen, ne kadar çalışırsa çalışsın eline birşey geçmeyen serfler için ücretin ne anlama geldiğini bugün tasavvur bile edemeyiz. Fakirlik, beş parasız olmaktan ve hep öyle kalacağını bilmekten çok daha yüksek bir mertebe değil mi?
Eskinin serfleri, o günün işçileri, biraz daha çok çalışarak veya aynı sürede daha iyi iş çıkararak (=verimlilik) daha fazla kazanabileceklerini gördüler zamanla. Ve daha dikkatli harcayarak, kazandıklarının bir kısmını koruyabileceklerini (tasarrufu) fark ettiler. Kazançlarıyla harcamaları arasındaki bu farkı biriktirerek, daha önce sahip olmadıkları şeyleri zamanla alabileceklerini düşündü, velev ki umut ettiler. Kapitalizmin sıradan insana kazandırdığı ilk ve en önemli şeydi umut etmek. Birgün herşeyin daha farklı ve daha güzel olabileceğini umut etmek -bir serfin hayal bile edemeyeceği şey. Sıradan insanlar, kapitalizm sayesinde vaktiyle hayalini dahi kuramayacakları kadar çok şeye sahip oldular. Mamafih, elde ettiklerinin en değerlisi umut edebilmekti.
Senyör seçme şansları yokken, kendilerine daha cazip işler ve teklifler sunan patronlar arasında gidip gelmeye, şayet cebindeki para yetiyorsa kimseye sormadan istediği şeyi alabilmeye başladılar. Kırılan düğmesinin yerine senyöründen habersiz yenisini dahi alamayanlar için az şey miydi bu? Kapitalizmin sıradan insana kazandırdığı ikinci şey, bağımsız karar alma ve hareket edebilme kabiliyetiydi.
Umut etmeyi ve bağımsız (hür) hareket etmeyi öğrenen serfler, kapitalizmin kendilerine vaat ettiği hayatı yaşayabilecekleri şehirlere, atölyelere ve fabrikalara akın etmeye başladılar. Bu devâsa göç yüzünden ücret hadleri o kadar uzun süre yerlerde süründü ki hep öyle kalacak zannedildi. Üstelik bu hataya, bilhassa Kuzey ve Batı Avrupa’da cereyan eden bu büyük sosyo-ekonomik dönüşümün yol açtığı ızdıraba bir tepki olarak ortaya çıkan sosyalizm ve sosyalistler değil, serbest piyasa ekonomisinin dış ticarette mukayeseli üstünlükler teorisini geliştiren güçlü ismi Ricardo da düştü.
Göç hareketleri zamanla emek depolarını doldururken, üretimin sıklet merkezi tarlalardan atölye ve fabrikalara kaydı. Bu tabloya kadının kapitalist üretim ilişkileri içindeki yerini alması da eklenince nüfusun artış hızı kaçınılmaz olarak yavaşladı. Bu yavaşlamanın ücret hadlerini yükselten etkisi sonraki dönemlerde görülecekti.
Uzun çalışma saatleri, düşük ücretler, çocuk işçiliği, konforsuz evler… Tedricen aşılmış olsa da, kapitalizmin takriben ilk yüz yılına getirilen bu eleştirilerin hepsi doğru. Fakat hakkaniyet adına sormak gerekiyor: Kapitalist öncesi dönemde çocuk işçiliğinin olmadığını, serflerin çalışma şartlarının daha iyi, mesailerin daha kısa olduğunu iddia edebilen var mı? Senyörün kendilerine layık gördüğünden başka bir yerde oturan, onun haberi ve izni olmadan evine tek bir çivi çakabilen, hatta onun aldığının dışında bir pantolon giyebilen var mıydı?
Artık feodal düzende bir serf değil, kapitalist düzende işçiydiler. Karın tokluğuna çalışsalar da, o gün ne yiyeceklerine kendileri karar veriyorlardı. Belki kapitalistler karşısında güçsüzdüler, fakat senyörler karşısında ne idiler ki sanki? Bugüne göre çok az, fakat o gün için muazzam şeylere sahiptiler. Feodal düzende sahip olmadıkları ve asla olamayacakları şeylere: Hürriyete ve birgün daha iyi şartlarda yaşama umuduna.
Tekrar etmekte fayda var ki kapitalizm genel bir refah üretmeden çok çok önce, geniş kitlelere hürriyet getirdi. Ekonomik gelişme ve refah, bu hürriyetin verdiği imkânlarla sağlanabildi.
Görünen o ki, kapitalizm olmasa ömür (hatta nesiller) boyu ve karın tokluğuna bir senyörün yahut ağanın toprağında çalışacak insanların kapitalizmi karalaması bile, Hayek’in deyişiyle ancak kapitalizm sayesinde mümkün olabiliyor.
Genç Liberal Dergisi’nde ve 7 Kasım 2017'de Hür Fikirler’de yayınlanmıştır.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

teyzelerim

ibişin rüyası

uzay merakım