açık büfenin tarihi
bir önceki yazıda
bahsettiğim iftar programları, genellikle fiks menü şeklinde oluyor: çeşidi ve
ölçüsü önceden belirlenmiş/duyurulmuş yemeklerin (salata, tatlı ve içecekler de
buna dahil) belli bir fiyat ile müşteriye sunulması. yemediğin hiçbirşeyin
parası iade edilmiyor, menü haricinde yediğin herşeyin parası ayrıca alınıyor.
anlamını yıllar
sonra öğreneceğim fiks menü ifadesini
televizyonda, mavi boncuk filminde duymuştum. tarık akan, kemal sunal, zeki alasya,
halit akçatepe, münir özkul ve metin akpınar fiks menü diye gittikleri bir gazinoda
hesabı ödeyemeyince dayak yiyor, bu dayağın acısını gazinonun assolisti emel
sayın’ı kaçırarak çıkarmaya çalışıyorlardı. filmin hemen başındaki bu sahneden demek ki fiks menü ucuz oluyor sonucunu çıkarmıştım.
yıllar geçti, self-servis diye birşey duydum; yemekleri garson getirmiyor, sen alıyorsun dediler. çok şaşırmıştım: nasıl yani?
çok daha sonra
öğrenip, bir dönem sıkça tecrübe ettiğim bir servis biçimi olarak açık büfe var bir de. sıcak
bir yaz günü girdiğim bir avm’nin üst (yeme-içme) katında geçirdiğim üç buçuk
saat boyunca tam sekiz dilim pizza yediğimi, üç koca karton bardak kola içtiğimi, bilmem kaç sayfa da kitap okuduğumu hatırlıyorum meselâ. bir sonraki gidişimde bu menünün kaldırılmış olduğunu görünce,
garip bir suçluluk hissine kapılmıştım: acaba benim gibiler yüzünden mi?
ramazanın son
günlerinde önünden geçtiğim bir et lokantası ise fiks menü uygulamasının
dışına çıkarak açık büfe iftar çağrısı yapıyordu: sadece 59,90’a, yiyebildiğin kadar et!..
babamla ben burada
iftar etsek, müessese kârlı mı çıkar zarar mı eder diye düşünüp gülümsedim.
pizzacıdaki iştahım, yeme-içme kapasitem hakkında bir fikir vermiştir sanıyorum. babamın
iştahı hakkında fikir edinebilmek için, bu kapasiteyi birbuçuk, ikiyle
çarpmanız yeterli. şu farkla ki o pizza filan sevmez, yemekler türk usulü olacak!
anlatıyor: yirmili yaşlarının başında, üç arkadaş köfteciye gitmişler. köfteci, tanıdık biri: bizim ravgu dayı.
ravgu diye isim mi
olur demeyin, olmayacağını ben de biliyorum. hakk’ın rahmetine kavuşan bu
büyüğümüzün gerçek adının şevki olduğunu, bu yazı vesilesiyle öğrendim. kahvehanesinin
önünden her geçişimde (ne de sık geçerdim!) beni çağırır, çay ve oralet ikram
ederdi. nur içinde yatsın.
benim kahveci diye
bildiğim ravgu dayı, meğer babamın gençliğinde köftecilik yapar, porsiyonu 2,5
liradan satarmış.
üç kafadar, çok
acıktıkları birgün dükkânına gidip pazarlık etmişler:
- doyana kadar
yemek şartıyla, bizden kaç para istersin?
cüsselerine şöyle bir bakıp “25 lira” demiş ravgu dayı. ve eklemiş: “ekmeksiz yememek şartıyla”.
- tamam, ekmek de
yeriz, deyip girişmişler köfteye.
o pişirmiş, bunlar
yemiş, o pişirmiş, bunlar yemiş. ravgu dayı “ekmek yemeyi unutmayın ha!..” diye
arada çıkışsa da, bizimkiler beklediğinden daha yaman çıkmış. ekmek sepeti kim
bilir kaçıncı defa boşalırken, köfteleri mideye indirmeye devam etmişler.
- pişmeye hazır
halde dolapta tuttuğu bütün köfteleri yedik, diye anlatıyor babam. dolaptan
kıyma çıkarıp yeniden köfte yoğurdu, onları da yedik. sonunda dayanamadı ve kovdu bizi. para filan da almadı.
çıkarken de
arkalarından bağırmış: ocağımı batıracaksınız, bi daha gelmeyin dükkânıma!...
toplamda kaç kilo kıyma yemişsinizdir diye sorduğumda “bilmiyorum ki” dedi babam. ama kovulmasalardı, biraz daha yiyebilirlermiş!
kim bilir, ravgu
dayı belki de bu hadiseden sonra köfteciliği bırakıp kahveciliğe başlamıştır!..
not: yazının
tamamlanmasını müteakip aldığım birkaç uyarıdan biri ravgu dayı’nın gerçek adıyla
ilgiliydi, ki kızı berrin abladan gelen bu düzeltmeyi metne işledim.
ikinci düzeltme
babamdan geldi: yeni yoğurulan köfteler de bittikten sonra ravgu dayı onlara pirzola
çıkarmış, sonra da yumurta haşlamış. yumurtaları da bitirdikten sonra kovulmuşlar!
Yorumlar
Yorum Gönder