1970'leri özlemek

Müzisyen İlhan İrem’i geçtiğimiz günlerde kaybettik. Ailesine ve sevenlerine başsağlığı diliyorum. Kendine has müziği ve yorumuyla hemen her şarkısında belli bir standardı tutturmayı başarmış iyi bir müzisyendi. Yaptığı müziği ‘senfonik rock’ olarak adlandırıyordu. Hakkında söylenenlerden ve vaktiyle Aydınlık gazetesinde kaleme aldığı köşe yazılarından takip edebildiğim kadarıyla sıkı bir solcu ve Atatürkçü idi. Veysel’in uzun ince bir yol olarak tarif ettiği hayatı bir ‘koridor’ olarak gören, seküler-sufi bir dünya görüşüne sahipti.
Vefatının ardından bir dizi taziye mesajı yayınlandı. Onu tanıyanlar, müşterek hatıralarını anlattı veya yazdı. İrem’in müzik dünyasında boy göstermeye başladığı 70’li yıllara bolca atıf yapıldı ve o yıllar özlemle yad edildi. Kimilerine göre 70’ler sevgi dolu masumiyet yıllarıydı.
Gerçekten öyle miydi? 70’ler sevgi ve dostluğun hüküm sürdüğü bir dö-nem mi idi? Televizyonun, cep telefonunun ve internetin olmadığı bir dünyada aile efradımız, ahbaplarımız ve komşularımızla muhtemelen daha çok görüşüyor, sohbet ediyorduk. Buna mukabil bugün birkaç tuşa dokunarak görüntülü sohbet edebildiğimiz dünyanın öbür ucundaki tanıdıklarımızın yüzünü görmek için bazen senelerce bekliyorduk.
70’leri özlemle yad edenler gerçekten o yılları mı özlüyorlar, yoksa gençliklerini mi? Sözgelimi 1970’lerde değil de 50’lerde yahut 60’larda genç olsalardı, 70’leri tekrar yaşamayı mı tercih ederlerdi? Hiç sanmıyorum. Aynı saiklerle ben de 90‘lı yılları özlüyorum çünkü. Sezen Aksu’nun bugün her biri birer klasik haline gelen Unutuldum, Güllerim Soldu, Vazgeçtim, Herşeyi Yak, Seni Kimler Aldı gibi şarkılarının yer aldığı Gülümse kasetinin jelatinini aceleyle açarken kasetin kapağına zarar vermemek için gösterdiğim özeni hatırlıyor, onu bile özlüyorum. Keşke o yıllara tekrar dönsem.
İnsanların ilk gençliğini, o demdeki yaşama heyecanını, enerjisini ve umutlarını özlemesini ve geri dönmek istemesini anlayabiliyorum. Fakat gerçeklere gözümüzü kapamayalım: 90‘lı yıllar, tıpkı 70’ler gibi Türkiye’nin en karanlık dönemlerinden biriydi. Allah her iki dönemi de bu millete tekrar yaşatmasın.
70’li yıllar kavga, ideolojik kamplaşma, sokak çatışmaları, anarşi, soygun, cinayet ve suikastler yanında, parti kapatmalar, sıkıyönetim, muhtıra, darbe gibi pekçok şeametle doluydu.
Siyaset böyleydi de ekonomi daha mı iyi miydi sanki? Temel ihtiyaç maddelerine kadar uzanan geniş bir yelpazede yokluk, kuyruklar ve karaborsa hâkimdi. Enflasyon alıp başını gitmiş, işsizlik yüksekti. Demirel’in tâbiriyle memleket ‘70 sente muhtaç’ halde gurbetçilerden gelecek dövize bel bağlamıştı. Bugün çok tabii karşıladığımız döviz bulundurmak, ithal sigara ve içki almak-satmak gibi fiiller, bir ucu hapse kadar uzanan suçlar arasındaydı. Hal böyleyken nesini özleyeceğiz 70’li yılların?
70’li yıllar güzellemesi yapanlara sormak lazım: O yıllarda yapıp da şu an yapamadığımız ne var? Yahut şu an yaptıklarınızdan kaçını 70’lerde yapabilirdiniz?
HDP benzeri bir Kürt partisi 1970’lerde kurulabilir miydi meselâ? Kurulsa da yaşayabilir miydi? Şiddete kesinlikle bulaşmamış İslamî partilere bile tahammül edilemeyen 70’lerde, terörle arasına mesafe koymayı hâlâ başaramamış bir Kürt partisine hayat hakkı tanınacağını düşünmek fazla safdillik olur. Kapısına kilit üstüne kilit vurulan Milli Selamet-Milli Nizam-Refah ve Fazilet geleneğinden gelen bir partinin gün gelip bu ülkeyi yirmi küsür yıl tek başına idare edeceğini o yıllarda hayal edebilir miydiniz?
Peki ya sosyalistler? Kendilerini 1970’lerde mi daha rahat ifade edebiliyorlardı bugün mü? Elbette bugün.
SSCB’nin varlığı, sosyalizmin birgün bütün dünyaya -bu arada Türkiye’ye de- hâkim olacağı umudunu o yıllarda diri tutuyor ve sosyalistleri ideolojik olarak birbirine daha fazla kenetliyordu. Lâkin bu durum, sosyalistlerin her fırsatta kovuşturmaya uğrayarak soluğu nezaret ve hapishanelerde aldığı hakikatini değiştirmiyordu.
Nezaret ve hapishaneler sadece sosyalistler için değildi. Devletin demir yumruğundan ülkücüler, İslamcılar ve diğer gruplar da nasibini alıyordu. 1970’lerde yolu hapishaneye düşen, darp ve işkence gören bu kesimlerin sayısı sosyalistlerden az değildi. Bunu gazetelere ve edebiyata döküp işlemekte sosyalistler kadar mahir değildiler sadece. Necip Fazıl’ın Zindandan Mehmet’e Mektup'u gibi örnekler de olmasa, bu ülkede yalnızca sosyalistlerin hapse düştüğünü sanırsınız. Sol, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de entellektüel hayatta baskın durumda. Son dönemde bu durum değişmeye ve aradaki açık kapanmaya başladı.
Sol çevrelerin ‘Üç Fidan’ olarak sembolleştirdiği Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın 1972’deki haksız idamı, 70’li yıllar ile günümüz Türkiyesini mukayese için kullanabileceğimiz bir turnusol kâğıdı adeta. Bu üç genç, ideolojik saiklerle de olsa şiddete ve suça bulaşmışlardı. İddia edildiği gibi masum değildiler. Fakat işledikleri suçun cezası katiyen idam değildi. Sıkıyönetim mahkemesinin verdiği idam cezası TBMM tarafından tasdik edilmese, birkaç yıl sonra çıkacak genel afla bu üç genç özgürlüğüne kavuşacaktı. Kim bilir, belki de hâlâ aramızdaydılar.
1972’den farklı olarak bugün ne idam cezası var, ne sıkıyönetim mahkemesi, ne de böylesi bir cezayı kabullenecek bir kamuoyu. Üç genç, aynı suçu bugün işleseler en fazla hapis yatarlar. Hal böyle iken 70’leri bugün-den daha özgür, daha insanî bulmaya devam mı ediyorsunuz? Şaşarım aklınıza.
17 Ağustos 2022'de Hür Fikirler'de yayınlanmıştır.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

teyzelerim

ibişin rüyası

uzay merakım