Dış politikada Menderes'in izinde

ABD ve AB ile arasında soğuk rüzgârlar esen Türkiye’nin, Batı’nın tecrit ettiği İran ve Rusya ile görüşmeye devam etmesi, Rusya’ya uygulanan ambargoya katılmaması (kimilerine göre ‘delmesi’) ve nihayet Çin ile Rusya’nın başını çektiği Şanghay İşbirliği Örgütü’ne katılma konusunda niyet beyanında bulunması dış politikada eksen kayması tartışmasını yeniden alevlendirdi.

Diğer ülkelerle ilişkilerimizi geliştirmeye kalkan bütün hükümetler benzer itirazlarla karşılaşmışlardır. Aslında önemli olan, diğer ülkelerle münasebetlerimizi Batı blokundan koparak mı, kopmadan mı geliştirdiğimiz. Rusyayla Ukrayna arasındaki esir takasına aracılık etmek ve Ukrayna tahılının dünya pazarlarına ulaşmasına yardımcı olmak gibi birçok konuda uluslararası sorunların çözümüne katkı sağladığı ve Batı karşısında Türkiye’nin elini güçlendirdiği sürece Batı bloku dışındaki ülkelerle iyi ilişkiler kurmanın nesi kötü? Ancak ticaret yapmanın ve iyi ilişkiler kurmanın ötesine geçip onların siyasî ve ekonomik sistemini kopyalamaya, onlara benzemeye kalkmak -kötü olan bu. Rusya’dan, Çin’den veya İran’dan bu minvalde öğrenebileceğimiz hiçbirşey yok. Buna mukabil, son yıllarda gerilemeler kaydetse ve sık sık çifte standart uygulasa da özgürlük, hukukun üstünlüğü, insan hakları, piyasa ekonomisi, çoğulculuk ve demokrasi alanında Batı, tecrübe ve birikiminden istifade edilmesi gereken tarihî bir örnek olarak karşımızda duruyor.

Ne var ki son dönemde Batıyla yaşanan sorunları tek başına Türkiye’nin sırtına yüklemek insafsızlık olur. İlişkilerin gerilemesinde ABD başta olmak üzere Batı ülkelerinin FETÖ ve PKK/YPG’ye verdiği desteğin, F35 programından çıkartılmamızın, Türkiye’ye uygulanan örtülü silah ambargosunun ve diğer çifte standartların da payı olduğu unutulmamalı. Batının gayri adilâne muamelelerine tepkisiz kalmamalı, rıza göstermemeliyiz. Lâkin bütün gerilimlere ve çifte standartlarına rağmen Batı ittifakının bir parçası olarak kalmaya devam etmemiz gerektiğini düşünüyorum.

Peki, bu hep böyle miydi? Türkiye ne zamandan beri Batı ittifakının bir parçası?..

Batı blokunun bir parçası olma kararı, kimilerinin zannettiği gibi Cumhuriyetle yaşıt değil. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra oluşan yeni dünya düzeninde İnönü’nün kerhen aldığı bu kararı, bugüne kadar uzanan bir dış politika vizyonu hâline getiren Demokrat Parti hükümetleri ve Menderes olmuştur.

Tek parti dönemi dış politikasının ‘bölgede sulh ve istikrarın korunması’ olarak özetlenebilecek iki temel hedefi vardı. Tek parti hükümetleri, Türkiye’ye ilişmemek kaydıyla Hitler’le de, Stalin’le de, Mussolini ile de görüşmeye ve işbirliği yapmaya açıktı. 30’lu yıllar, bunun örnekleriyle doludur.

Bu tutum İkinci Dünya Savaşı boyunca da sürdü ve savaşın gidişatına bağlı olarak kâh mihver, kâh müttefik devletlere göz kırpıldı. Öyle ki müttefik devletlerin desteğimize en çok ihtiyaç duyduğu anlarda bile bu destek esirgendi. Hitler galip gelirse bütün Avrupa’yı çiğneyen Alman ordularının Edirne sınırında duracağı zehabına nereden kapıldı bilinmez; ancak İnönü, İkinci Dünya Savaşı boyunca bu amaca hizmet eden son derece ‘kaypak’ bir dış politika izledi. Neyse ki savaşı müttefik devletler kazandı.

O günün Türkiyesi, Batı blokundan ziyade totaliter Sovyet modeline daha yakındı. Sovyetler Birliği Boğazlarda üs yanında Kars ve Ardahan’ı talep etmese, savaş sonunda Doğu blokuna bile dahil olabilirdik. Türkiye’yi Batı blokuna yönelmeye, Stalin’in bu açgözlülüğü mecbur bıraktı. Batı blokunun bir parçası olmanın ön şartı olarak 1946’da çok partili hayata geçtik. Türkiye’de demokrasi varlığını bir ölçüde Stalin’e borçludur dersek yanlış olmaz.

Türk dış politikasına Batı vizyonu, Demokrat Parti ve Menderes zamanında yerleştirilmiştir. Bu vizyon, zamanının o kadar ötesinde, doğru ve gerçekçi idi ki sonraki hükümetlerce de benimsendi. Türk dış politikasının temel kurumlarından biri olan NATO’ya üyeliğimiz, dış politikamıza Menderes döneminde hâkim olan Batı vizyonunun en müşahhas örneğidir.

1949 yılında kurulan NATO’ya üyelik için ilk başvuruyu 1950 Mayısında -iktidar henüz el değiştirmemişken- CHP yapmış, fakat reddedilmiştir. İktidara geldikten sonra bu başvuruyu yenileyen Demokrat Parti de aynı cevabı almış, ancak Kore’de çıkan savaşa NATO birlikleri safında katılmak üzere BM kararına istinaden asker göndermekten geri durmamıştır. O dönem sol çevrelerin ağır eleştirilerini çekse de, Kore’ye asker göndermemiz NATO üyeliğimizin yolunu açmıştır. Menderes’in bu cesur hamlesi olmasa, tıpkı Ukrayna gibi NATO’nun kapısında bekliyor veya bekletiliyor olabilirdik. Yahut on yıllardır kapısında bekletildiğimiz AB gibi, NATO da bize şart üstüne şart koşabilirdi -tıpkı şu sıralar Finlandiya ve İsveç’e bizim yaptığımız gibi.

Türkiye, bu diplomatik üstünlüğe Demokrat Parti’nin cesur ve isabetli dış politikası sayesinde erişti. Menderes ve arkadaşları, bundan sadece birkaç yıl önce ‘NATO’nun beyin ölümü gerçekleşti’ diyen Macron’dan da, 700 şehit vererek girdiğimiz NATO’dan derhal çekilmemizi isteyen ulusalcı taifeden de daha zeki ve ileri görüşlü insanlardı. Aradan 70 yıl geçtikten sonra bile NATO, Türk dış politikasının en önemli kazanımlarından biri olma özelliğini koruyor.

Demokrat Parti’nin Türk dış politikasına damga vuran bir diğer başarısı Kıbrıs…

Hukuken Osmanlı toprağı olmaya devam eden Kıbrıs’ın yönetimi, 1878 Berlin Antlaşmasıyla ‘geçici’ olarak (Kars, Ardahan ve Batum Rus işgalinden kurtarılana kadar) İngilizlere bırakılmıştı. Kıbrıs üzerindeki egemenlik hakkımızdan Lozan’da vazgeçtik. Londra ve Zürih Antlaşmaları (1959) imzalanana kadar Kıbrıs, üzerinde hiçbir söz hakkımızın ve iddiamızın olmadığı bir ada idi. Türkiye’yi Kıbrıs’ta yeniden söz sahibi yapan, Başbakan Menderes ve Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’dur.

Bugün Türkiye’nin Kıbrıs diye bir dâvası varsa, bu iki büyük devlet adamına borçludur. Öyle ki 1974 Kıbrıs Barış harekâtı bile, Londra ve Zürih Antlaşmaları çerçevesinde gerçekleştirilebilmiştir. Sadece Kıbrıs dâvasına ettikleri hizmetle bile tarihin altın sayfalarına geçen bu iki isim (Hasan Polatkan’la birlikte) 27 Mayısın gözü dönmüş darbecileri tarafından katledildi. Bu vesileyle şehitlerimizi hayırla yad ediyor, Allah’tan rahmet diliyorum. Allah’ın laneti tüm darbecilerin üstüne olsun!..

Demokrat Parti’nin ve Menderes’in Türk dış politikasına bıraktığı üçüncü miras, Avrupa Birliği vizyonudur.

Bugün AB olarak bildiğimiz yapı, 1951 yılında Avrupa Kömür ve Çelik Birliği olarak kuruldu ve 1957 yılında Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) adını aldı. Menderes hükümeti, kuruluşundan sadece iki yıl sonra (1959) AET’e üyelik başvurusunda bulundu. Ancak 27 Mayıs 1960 kanlı darbesi yüzünden bu başvuru akim kaldı. Darbeciler tarafından yönetilen ve başbakanını asan bir ülke, bir demokrasi kulübüne kabul edilemezdi.

27 Mayısla başlayıp devamı gelen askerî müdahaleleri ve insan hakları ihlallerini öne sürerek Türkiye’nin üyelik başvurusunu bekleten AET, 1965 yılında Avrupa Topluluğu (AT), 1993 yılında Avrupa Birliği (AB) ismini alarak ve her seferinde genişleyerek yoluna devam etti. 1959 yılında altı ülkeden oluşan topluluk bugün itibariyle 28 üyeye ulaştı, hantallaştı ve eski cazibesini kaybetti.

Bir zamanların demokrasi ve insan hakları şampiyonu AB, Mısır ve Türkiye’deki darbe girişimlerine seyirci kaldı, darbecileri korudu yada onlarla işbirliği yaptı. Türkiye’nin 15 Temmuz darbe teşebbüsünü ABD ve AB’nin desteğini almadan püskürttüğünü söylemek yanlış olmaz. Demokratik standartların yerine getirilmesi için Türkiye’ye karşı ileri sürdüğü şartları taşımadığı Avrupa Parlamentosu tarafından tescil edilen Macaristan AB üyesi olarak kalmaya devam ederken, 1959'dan beri bekletilen Türkiye’nin üyelik takvimine dair en ufak bir ışık yakılmıyor. Demokrasi ve hukuk devleti ilkeleri ne Birlik içinde ne de aday ülkelere karşı aynı hakkaniyetle uygulanıyor. Bu şartlar altında naçizane kanaatim, vaktiyle Merkel’in önerdiği formülü devreye sokarak AB’ne tam üyelik yerine imtiyazlı ortaklık talep etmek. Son yıllarda İngiltere’nin girdiği yol da bu olsa gerek.

20 Ekim 2022'de Hür Fikirler'de yayınlanmıştır. 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

teyzelerim

ibişin rüyası

uzay merakım