İspanyol Gribinden Kovid-19'a

Hüseyin Rahmi’nin 1919 yılında yayınlanan Hakka Sığındık isimli romanında Birinci Dünya Savaşı’nın ertesinde İspanyol nezlesinin İstanbul’da yarattığı dehşeti kullanarak mahallenin iki zengininden para sızdırmaya çalışan Abdal Veli’nin hikâyesi anlatılır. Hikâye öyle enteresandır ki salgını unutur, okudukça gülümseten bir polisiye içinde buluruz kendimizi.

Hüseyin Rahmi’nin romanda ‘nezle’ diye bahsettiği, 1918-1920 yılları arasında dünyayı saran bir grip salgınıdır esasen. Birinci Dünya Savaşı sırasında yaşanan askerî hareketlilik yanında, savaş bölgelerinden kaçan sivil nüfusun da salgının genişlemesinde payı olduğu söylenir. Bir görüşe göre İngiliz ve Fransız hükümetleri, salgının asker tedarikinde yaşattığı sıkıntılar ile kendi kamuoylarından aynı minvalde gelen baskılar yüzünden Anadolu’yu işgal planlarını gerçekleştiremeden savaştan çekilmek zorunda kalmışlardır. Bu görüş doğru ise, İspanyol gribine çok şey borçluyuz!

Birinci Dünya Savaşı’na katılan ülkelerde sansür uygulanırken savaşa katılmayan İspanya’da basının serbestçe yayın yaparak salgın haberlerini dünyaya duyurması, gribin menşeinin İspanya olduğu kanaatini yerleştirmiş ve dünyanın o güne kadar gördüğü bu en büyük salgın İspanyol gribi olarak anılmaya başlanmıştır. Salgının aslında Çin veya ABD menşeli olduğu düşünülmektedir.

İspanyol gribi, dünya genelinde 50 ilâ 100 milyon insanın ölümüne yol açmıştır. O dönemin dünya nüfusu (1,8 milyar civarı) ve Birinci Dünya Savaşı’nda ölenlerin sayısı (8 milyon) hesaba katıldığında salgının boyutu daha iyi anlaşılır. Daha ziyade genç ve orta yaştaki, yani çalışan nüfusu vurması salgının iktisadî etkilerini ağırlaştırmıştır.

Aradan geçen yüz yılı aşkın zaman zarfında atomu parçaladık, Ay’a çıktık, çiçek hastalığını yendik, Veremi ve kızamığı yeryüzünden neredeyse kazıdık. İnterneti icat ettik, Mars’a araç gönderdik. Hızımızı alamayıp Ay’a koloni kurma planları yapmaya bile başladık.

İlme güvenimizin böylesine tavan yaptığı, büyük salgınlar tarihin tozlu sayfalarında kaldı, artık yalnız filmlerde ve romanlarda karşımıza çıkar dediğimiz bir dönemde Kovid-19’un pençesinde bulduk kendimizi.

İspanyol gribinden sonraki salgınların hiçbiri dünyayı ‘korona’ veya resmî adıyla Kovid-19 kadar meşgul etmemişti. 2019 sonuna doğru Çin’de tespit edilen virüs 2020’nin Ocak ayında Avrupa’ya, Şubatında ülkemize ulaştı. Görüldüğü her yerde tam bir panik havası estirdi. Alınan tedbirler de bu paniğe uygun sertlikteydi.

Hafta sonları eve hapsedildik meselâ. 65 yaş üstü vatandaşlar aylarca evlerinden çıkamadı. Berberlerle kuaförlerin kapalı kaldığı birkaç ay boyunca hırpanî görünümlü yaratıklar olarak ortalıkta dolaştık. Lokantaya gitmeyi, kafelerde buluşmayı, misafir ağırlamayı, sinemayı, konseri, tiyatroyu, okulu özledik. Şehirler arası seyahat yapamadık, ibadethaneye, taziyeye, düğüne, hasta ziyaretine gidemedik, dost meclislerinde, iftar sofralarında buluşamadık. Salgından korunmak için hayatı ve sosyal ilişkilerimizi sınırlarken bizi biz yapan değerleri, insanlığımızı askıya aldık bir bakıma.

Böylesine sert tedbirler ilânihaye sürdürülemezdi. Büyük bölümü zamanla gevşetildi veya kaldırıldı, bir kısmı ise kaldırılacağı günü bekliyor. Her ne yapılıyor veya yapılacaksa, hastalık riski dikkate alınarak fakat insanlığın onbinlerce yıldır yürümekte olduğu yoldan dönmeden yapılmalı.

Yılbaşı ve bayram arifesinde yola çıkanlar trafiğe takılmayı nasıl göze alıyorsa, salgın döneminde hayata karışanlar da benzer bir riski göze alıyorlar. Riski hatırlatabilir ve daha az sosyalleşme çağrısında bulunabilirsiniz. Bu çağrıya kulak vermeyenlerle aranıza mesafe koyabilirsiniz. Aşı olmayanların sağlık ve hayat sigorta primlerini yükselten düzenlemeler de önerebilir, dahası bunları hayata geçirebilirsiniz. Fakat insanların hayata karışmalarına uzun süre set çekemezsiniz.

Geçen yıl bu zamanlar vaka sayısı 30 bini aşmışken kapıldığımız paniği ve getirilen kısıtlamaları düşünün, bir de bu yılki ahvali. Vaka sayısı 100 binin üstüne çıktığı halde hayat kesintisiz akıp gidiyor. Bilhassa iktisadî hayata getirilen kısıtlamalar yüzünden işini veya müşterisini kaybedenlerin ne suçu vardı?

Salgının başladığı andan itibaren hükümetlerin önünde iki yol vardı: İlki, sürü bağışıklığına ulaşılıncaya kadar sağlık sistemini ayakta tutmaya çalışırken ihtiyaç duyanlara sağlık hizmeti vermeye devam etmek. İkinci yol ise kamu gücünü salgınla mücadelede kullanmak, bir başka deyişle düzenleyici veya kısıtlayıcı kurallar koyarak toplumsal hayatın işleyişine müdahale etmek.

Birleşik Krallık ve İsveç gibi ülkeler, salgının başında ilk yolu seçtiler. Bu tercihin temel özelliği, herkesi kendi tedbirini almaya çağırarak sosyal ve ekonomik hayatı akışına bırakmak, idarî tedbir ve kısıtlamalara başvurmamaktı. Kendini koruma görevinin bireylere ve ailelerine bırakıldığı bu model, özgürlükçü bir yaklaşımı benimsiyordu. Modelin eksik yanı, salgının yol açacağı ölümlerden hükümetlerin sorumlu tutulabilecek olmasıydı.

Salgınla mücadele için birtakım tedbirler alınsa ve uygulansa idi, vaka ve ölüm sayısı daha mı az olurdu? Cevabını hiçbir zaman bilemeyeceğimiz bu soruya ve altında yatan ithama muhatap olmak istemeyen hükümetler daha müdahaleci (kısıtlayıcı) politikalar izlemeye başladı. Bu endişe, Johnson (İngiltere) hükümetini de politika değişikliğine zorladı ve ilk yola kaydırdı.

Son dönemde eğilim tersine döndü. Ülkeler, kısıtlamaları tek tek kaldırıyor ve hayat yeniden normalleşiyor. İyi de oluyor. Darısı bizim başımıza…

Şahsen kaldıracağım ilk kural, maske kullanma mecburiyeti olurdu. Toplu taşıma araçları gibi birkaç mahdut alan dışında hiçbir yerde maske takmak zorunda kalmamalıyız.

Peki ya sinemalar, tiyatrolar, AVM’ler?..

Nasıl ki arefe günü yola çıkmak zorunda değilsek, hiçbirimiz bu mekânlara gitmek zorunda da değiliz. Gidiyorsak, bilerek risk alıyoruz demektir. Korkuyorsak ya bu riski göze almamalı veya riski azaltmak için maske kullanmalıyız.

Velhasıl, maskeye değil maske kullanma mecburiyetine karşıyım.

27 Şubat 2022'de Hür Fikirler'de yayınlanmıştır.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

teyzelerim

ibişin rüyası

uzay merakım