Türkiye’nin son kırk yılına damgasını vuran iki seçimden biri olduğunu düşündüğüm 22 Temmuz 2007 milletvekili seçimlerinin üzerinden onbeş yıl geçti. İnsan ömrü için uzun, siyasal tarih için kısa bir süre.
22 Temmuza uzanan süreçte dönemin muhalefet partisi CHP ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Kanadoğlu ile hukuk ve izan dışı 367 kararının altına imza atan Anayasa Mahkemesi üyeleri Ak Partili birini (hassaten Erdoğan’ı) cumhurbaşkanı seçtirmemek için ülkeyi adeta bir siyasî kaosun içine atmışlardı. Bu kaos sokakta da yankı buldu ve büyük şehirlerde ‘cumhuriyet mitingleri’ adı verilen geniş katılımlı nümayişler tertip edilmeye başlandı.
Bir tarafta görev süresi dolmakta olan bir cumhurbaşkanı, diğer tarafta yeni cumhurbaşkanını seçmeye yetecek milletvekili sayısına sahip bir parti, öbür tarafta Ak Partili bir cumhurbaşkanı istemeyen öfkeli bir kitle. Arkasına basını, yüksek yargıyı ve o dönem hemen her konuda fikir beyan edip sınır çizmeyi doğal bir hak, millî bir görev addeden askeriyeyi de alan bu öfkeli kitle, iktidar partisinin Meclis çoğunluğunu kullanma hakkını engellemek istiyordu.
Cumhuriyet gazetesi ülkenin karanlığa sürüklendiği manşetleri atıyor, CHP lideri Baykal ‘böyle giderse tanka çarpacaksınız’ ikazında bulunuyor, ordu gece yarısı bildirisi yayınlayarak seçim sürecine müdahale ediyor, Anayasa Mahkemesi devreye girerek seçim sürecini kilitleyen bir karar alıyor, bütün bunlarla eş anlı olarak yüzbinlerce kişi sokağa dökülerek hükümet aleyhine nümayişler yapıyordu.
Bugün yaşansa büyük ekonomik sarsıntılara yol açabilecek bu gelişmelerin hepsi birkaç ay içinde vuku bulmuş, siyasette ve sokakta gerilimin had safhada olduğu bu süre zarfında ne dövizde ne faizde en ufak bir kıpırdanma olmuştu. Ekonominiz yeterince sağlamsa, iç ve dış olumsuz gelişmelerden etkilenmeyebiliyor yahut hafif atlatabiliyorsunuz. Bugünlerde unutmuş görünse de, bunu en iyi Erdoğan’ın bilmesi gerekir.
22 Temmuza giden yol
1961 Anayasasına göre cumhurbaşkanı TBMM tarafından, yedi yıllığına ve bir defalığına seçiliyor, aynı isim ikinci kez seçilemiyordu. Bu kural 1982 anayasasında da korundu. Fakat 1980’de olduğu gibi yüzlerce tur sürdüğü halde sonuç alınamayan oylamaların önüne geçmek için getirilen ilâve bir hükümle seçim süreci dört turla sınırlandırıldı. İlk iki turda Meclis’teki üye tam sayısının üçte iki çoğunluğunu, sonraki iki turda ise salt çoğunluğunu almak cumhurbaşkanı seçilmek için yeterliydi. Bu kurala göre Ak Parti’nin göstereceği adayın üçüncü turda seçilmesine muhakkak nazarıyla bakılıyordu.
Bu süreçte muhalefet (CHP), Ak Parti’nin karşısına birkaç taleple çıktı. İlki, yeni cumhurbaşkanını yeni Meclis’in seçmesi, yani erken seçim talebiydi. Bu talebin kabul görmemesi üzerine, 2000 yılında Sezer’in seçilme şekline göndermede bulunularak siyaset dışından bir isim üzerinde uzlaşılması önerildi. Böylece, bütün parti ve kesimlere eşit mesafede duran, âdil ve tarafsız bir cumhurbaşkanı seçilmiş olacaktı.
Sezer’in seçildiği dönemde hiçbir parti kendi adayını seçecek Meclis çoğunlu-ğuna sahip olmadığından uzlaşma bir tercih değil, zorunluluktu. 2007 Mayısında ise cumhurbaşkanı seçecek çoğunluğa sahip bir tek parti iktidarı vardı. Uzlaşma önerisi, siyasetin doğasına aykırıydı. Kaldı ki muhalefet partilerinin de desteğiyle seçilen Sezer’in intihabından sonraki icraatı, partisiz olmanın âdil ve tarafsız davranmayı garanti etmediğini başta Ecevit olmak üzere cümle âleme göstermişti. Sezer, son derece tarafgir bir cumhurbaşkanıydı.
Tarafsız cumhurbaşkanı formülü kabul görmeyen muhalefet, Ak Parti’nin içinden fakat kendilerinin de sıcak bakacağı bir isim üzerinde durdu. Açıkça dillendirilmese de bu ismin, dönemin Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül olduğu söyleniyordu. Bir ara hava öylesine ağırlaştı ki cesareti ve demokrat kişiliği ile temayüz eden rahmetli Hasan Celal Güzel bile Radikal gazetesindeki köşesinde ‘Anlaşıldı; bu defa da bu millete kendi cumhurbaşkanını seçtirmeyecekler’ diye dert yanıyor ve Vecdi Gönül ismine razı olunması tavsiyesinde bulunuyordu.
Muhalefetin Erdoğan’a son önerisi ‘kendisi dışında’ bir isim açıklamasıydı. Bu bile bir dayatmaydı. Kaldı ki Erdoğan adaylığı ile ilgili bir ima veya açıklamada bulunmamıştı. Lâkin hava öylesine ağırdı ki cumhurbaşkanlığı makamına Ab-dullah Gül ismini önermek zorunda kaldı. Lâkin Gül de kabul görmedi. Dönemin Genelkurmay Başkanı Büyükanıt’ın tarifiyle ‘sözde değil özde laik’ bir cumhurbaşkanı aranıyordu.
Bu esnada, eski Yargıtay Başsavcısı Kanadoğlu devreye girdi ve “cumhurbaşkanı seçimine başlayabilmek için Mecliste en az 367 milletvekilinin hazır bulunması gerekir” şeklinde özetlenebilecek bir tez ortaya attı. Ak Parti’nin 360 civarında milletvekili vardı. Diğer partiler Meclis’e girmezse, yeni cumhurbaşkanının seçilemeyeceği anlamına geliyordu bu. Gülüp geçilmesi gereken bu saçmalığa CHP dört elle sarıldı.
Dengeleri asıl değiştiren, Silahlı Kuvvetler’in 27 Nisan gecesi yayınladığı muhtıraydı. Böylece saflar netleşti. Ağar liderliğindeki DYP ile Mumcu liderliğindeki ANAP da CHP ve ordu ile aynı safta yer tutup Meclis’e girmeyince 367 haziruna ulaşılamadı. Bunun üzerine CHP, Anayasa Mahkemesi’ne başvurarak cumhurbaşkanı seçimine ilişkin ilk oylamanın yapılmamış sayılması ve sonraki tura geçilmesinin durdurulması talebinde bulundu. Anayasa Mahkemesi tarihindeki en ucube kararlardan birini vererek bu talebi kabul edince seçim kilitlendi.
Ak Parti, demokrasiye vurulan bu kilidi açmak için iki hamlede bulundu: Cumhurbaşkanını halkın seçmesine yönelik bir anayasa değişikliği ve erken seçim kararı.
Anayasa değişikliği Sezer tarafından önce veto edildi, ikinci kez önüne gidince imzalayıp halkoyuna sundu. Bu gecikme yüzünden anayasa değişikliğinin halkoyundan çıkması Ekim ayını buldu. Yeni cumhurbaşkanı Abdullah Gül, 22 Temmuz 2007 seçimi sonrasında oluşan yeni Meclis tarafından, kendi adayını destekleyen MHP’nin de katıldığı oylamayla ve eski usüle göre seçildi. Cumhurbaşkanının seçim süreciyle ilgili hiç başlamaması gereken bir tartışma MHP’nin meşruiyetten yana ve sorumlu tutumuyla bitmiş oldu böylece.
27 Mayıs darbesi ve 1961 Anayasası ile kurulan, müteakip darbe ve müda-halelerle pekiştirilen vesayet rejimi koyulaşarak devam mı edecekti, ülkenin sivil ve seçilmiş siyasetçiler eliyle yönetilmeye başlanacağı daha demokratik bir dönemin kapısı mı aralanacaktı? Ak Parti’nin oy oranını on puandan fazla artırdığı 22 Temmuz seçimleri, demokratik meşruiyeti güçlendiren bir cevap üretmesi bakımından önemliydi.
22 Temmuz sivil otoritenin ve siyasetin güçlendiği yeni bir dönemin kapısını aralamakla kalmadı, TBMM’de her seferinde büyük bir kriz ve gerilime sebep olan cumhurbaşkanı seçimini halka bıraktı. Böylece, 2018’den beri yürürlükte bulunan Başkanlık sisteminin yolunu açmış oldu.
Başkanlık sistemine taraftar veya karşı olabilirsiniz. Fakat bugün başkanlık sistemi ile yönetiliyorsak bunda en büyük pay sahibinin 2007’de cumhurbaşkanlığı seçimini kilitleyenler olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Siyasete yapılan her müdahale -tıpkı ekonomiye yapılanlar gibi- niyetlenilmemiş sonuçlar doğuruyor. Bu da onlardan birisi.
Oylamaya mutlaka katılın!
Arşivden - Aşağıdaki e-postayı 28 Nisan 2007 tarihinde DYP'e, lideri Mehmet Ağar'a ve Anavatan Partisi'ne ayrı ayrı göndermişim. Kısaltarak alıyorum.
“… Asıl sorgulanmakta olan TBMM`nin cumhurbaşkanı seçme iradesi ve kabiliyetidir. Cumhurbaşkanının kim olacağı bu noktada ikinci derecede önem taşımaktadır. Yargıya başvurulmayı gerektirmeyen bir katılıma ulaşılmasında partinize ve milletvekillerine düşen sorumluluğun yerine getirilmesinde bir sıkıntı yaşanmayacağına inanıyorum.
… Siyasetin ve demokrasinin bu olgunluk sınavında lütfen TBMM'deki oyla-malara katılınız. Oyun rengi hiç mühim değil, kabul yada red oyu veriniz. Ama mutlaka katılınız.
Ülkemizin ve TBMM`nin bu "demokratik olgunluk" sınavını partinizin de katkısıyla atlatacağına inancım sonsuz. Unutmayın… seçmenin gözü üzerinizde!..”
Yorumlar
Yorum Gönder