uçuran elma
uzun beyaz sakallarıyla tanıdım bu ihtiyarı. sonradan sakalını kesip kalın, küt bir bıyıkla kalmıştı. neler diyorlardı onun için… vay efendim, yahudiymiş, kötüymüş, tehlikeliymiş, uzak durmalıymışım; bir ton laf… tanıdığım şu kısa süre içinde iyilikten, güleryüzden başka birşey görmemiştim ki ondan... yanılıyor olamazlar mıydı? pekâlâ olabilirlerdi. her geçen gün (yoksa dakika mı demeliyim?) bu ihtimale daha çok inanıyor ve bütün ikazlara rağmen temkinli bir iyimserlik içinde onunla görüşmeye devam ediyordum. ona o derece inanıyor, bilgi ve tecrübesinden öyle istifade ediyordum ki elindeki yeşil elmayı uzatıp “bu elma sana uçma özelliği kazandıracak, ısır ve at kendini aşağı. uçtuğunu göreceksin” dediğinde, filmlerdeki gökdelenleri andıran yüksek bir yapının en tepesinden kendimi aşağı bırakmakta bir an bile tereddüt etmemiştim. ne var ki uçmuyor, düşüyordum. düşmek ne kelime, çakılıyordum resmen. “hani uçacaktım” diye can havliyle bağırırken, sesimin ona ulaşıp ulaşmadığından