Kayıtlar

2013 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

kişisel gelişim ve hayat hikâyeleri

Kişisel gelişim yada benzeri başlıklar altında yayınlanan kitaplarda bol bol nasihat yer alır, hayata, insanlara ve parlak bir geleceğe dair süslü laflar edilir, kapısı olmayan sihirli anahtarlar dağıtılır. (bir çift süslü laf da ben edeyim istedim!..) Hayata dair birşeyler öğrenmek ve başarılı olmak isteyenlere naçizâne tavsiyem, hayatı “kişisel gelişim” kitaplarından çözmeye çalışmak yerine, hâtıra yada biyografi türündeki eserlere yönelmeleri. Eğer kendimizi Adem sanmıyorsak, bu dünyada bizden önce de yaşayanlar olduğunu hatırlamalı ve zorluklarla karşılaşan, âşık olan, terk edilen, fakir düşen… seleflerimizin önüne çıkan engelleri nasıl aştığını yada niçin aşamadığını, hâtıra yada biyografilerini okuyarak öğrenmeliyiz. Gorki’nin çocukluk ve gençlik dönemini anlattığı üçlemeyi okuyanlar, hayata onun kadar geriden başlamadıkları için aslında ne kadar şanslı olduklarını düşünmeye başlayacaklardır. Bütün mesele, bu şansı değerlendirmek için birtakım mecralar ararken Gorki'ni...

mükemmelik üstüne

Beyazıt Öztürk ve Kadir Çöpdemir, vaktiyle NTV'de Biri Bana Anlatsın isimli bir program yapıyordu hatırlarsanız. Sonuna doğru açtığım için adını öğrenemediğim bir profesörü konuk ettikleri bir bölümünde mükemmelliğin tanımı üzerine konuşurlarken, aklımın bir köşesinde var olan fakat hiçbir zaman o netlikte ifade edemediğim bir tespitte bulundu profesör. Mealen dedi ki: Çoğumuzun sandığının aksine mükemmellik, içinde herşeyi barındıran, ilave edecek başka birşeyin olmadığı yada kalmadığı kompleks bir yapıda değildir. Gerçek mükemmellik, muhtevasından çıkarılacak birşey olmayan, çıkarıldığında ise varoluş anlamını (ontolojik bütünlüğünü de diyebiliriz buna) kaybedecek sadeliktedir. En güzel romanının hangisi olduğu sorusuna, belki de bu yüzden ‘Kırmızı Pazartesi’ cevabını veriyor Marquez. Ve ekliyor: çünkü en ince olanı… Başka bir deyişle, anlatmak istediğini, muhtevasından ödün vermeden en az sözcükle anlatabildiği romanı. Aynı ölçüyü hayata tatbik edebiliriz sanıyor...

niçin yazıyorum?..

Önümde, içini istediğim gibi doldurabileceğim geniş bir alan var. Okunmak gibi bir kaygı yada okunmamak gibi bir korkuyla yazmayanlar için bu ne büyük bir fırsattır bilir misiniz? Nasılsa kimse okumayacak diye çala-kalem yazmak mümkünken, yazdıklarını sanki herkes okuyormuş gibi titizlenmek. Öte yandan aşırı bir titizliğin, birşeyler yazmanın önüne geçmesine mani olmak. Kâğıtla arandaki mesafeyi kaldırmak kısaca. Üstelik bunu belli bir düzen ve disiplin içinde yapmaya çalışmak. Bir zamanlar galiba başarmıştım bunu. 2000’li yılların başında, gündelik hayatımın bir parçasıydı yazmak. Kalemle aramdaki bu yakın ilişki, uzun süre devam etti. Sonra ne oldu bilmiyorum. Birdenbire değil, seyrelterek bıraktım. Bu yüzden belki de, bıraktığımın farkında bile olmadım. Fark ettiğimde ise önemsemedim. Zamanım mı çok, geçmişi mi özlemeye başladım bilmiyorum. Ama bu ilişkiyi yeniden kurmak istiyorum. Asıl önemli neden yazmanın bana iyi geleceğine ve disiplin altına alacağına inanıyor olmam. V...

isim hakkında

Yazmaya karar vermekle iş bitmiyor, bir de isim gerekiyordu bu duvara. Bir yandan münasip bir isim arıyor, öbür yandan bulacağım ismin Türkçe’ye mahsus karakterler içermemesini istiyordum. En kötü huylarımdan biri olan ayrıntılara takılıp asıl amacı göz ardı etmeye başlamak burada da karşıma çıktı. En iyi, en uygun isim ne ola idi ki? Bu soruya cevap bulmak için gereğinden fazla vakit kaybettim. Öyle ki, bu nafile uğraş bir zaman sonra yazmaya başlamamın önündeki en büyük engel hâline geldi. Bu arayışı bir yerde bitirmek ve karar vermek gerekiyordu. Ben de öyle yaptım ve kafamda oluşan birkaç isimden birini seçmeye karar verdim. Burakname’nin hikâyesi kısaca bu.

duvar yazmak

Söze, bu duvarı yazmaya neden başladığımı anlatarak gireyim isterseniz… Siz diye hitap ettiğime bakmayın. Karşımda bir muhatap olduğundan yada olacağından emin değilim. Hatta diğer blog tecrübemden yola çıkarak, bunu gayet iyi biliyorum. Bilmem hangi arama motorunun azizliği ile tesadüfen yolu düşmüş, çoğu yabancı ülke menşe’li ziyaretçileri saymazsak pek uğrayanı olmayan, fakat yazmaya inatla devam ettiğim o site, bir bloğun nasıl işletileceğini öğrenmek için kullandığım bir deneyhane idi bir bakıma. Müteakip yazıda bahsedeceğim üzere, bu defa durum biraz farklı. Eski Mısır’da yazı bir çivi yardımıyla duvara yada taş tabletlere işlenir, daha doğrusu anlatılmak istenen şey resmedilirmiş. Bu eski gelenek, internet çağında neden canlanmasın diye düşündüm ve blog yerine duvar yazmaya karar verdim:) Tamam, itiraf ediyorum... Asıl gayem, teknolojinin gelişimiyle ortaya çıkan bu tür yabancı kelimelere Türkçe karşılık bulmak, üstelik bunu mümkün olduğunca ivedilikle yapmak gerektiği...