bir kış hatırası

yılın ilk haftası yağan kar için “bundan daha güzel, daha kararlı yağan bir kar daha hatırlamıyorum” diyen arkadaşım galiba haklıydı.
bundan iki kış önce de yine böyle yağmıştı kar. sokak sokak dolaşıp resim çekmiştim. tabii bir de evden hiç çıkmadan çektiğim resimler vardı: apartmanın neredeyse kapanan girişi, balkon demirlerinden sarkan buzlar ve arka bahçedeki portakal ağacının üstünde biriken kar kütlesi… aynı ağacı tekrar fotoğraflayınca gördüm ki iki yıl öncekine göre bu defa daha çok, hem de en az iki-üç kat çok kar yağmış.
fakat bu yazıda dört kış kadar önce başımdan geçen ve hatırladıkça hâlâ gülümsediğim başka bir hadiseden bahsedeceğim sizlere.
günler öncesinden başlayarak ikaz ettikleri kar nihayet şehre ulaşmış, saatler ilerledikçe şehri esir almaya başlamıştı bile. bu şartlar altında yapılacak en iyi şey, mümkünse yola çıkmamak, çıktıysak mesai sonu trafiğine yakalanmadan kendimizi eve atmaktı.
erken davrandığımdan olsa gerek, trafiğe yakalanmadım. ta ki iki aktarma yaptıktan sonra bindiğim üçüncü otobüsle kısıklı meydanını geçene kadar. trafik o civarda bir yerde kilitlendi ve yarım saate yakın yada aşkın bir süre belediye otobüsünün içinde adeta mahsur kaldık. süre uzadıkça yolcular sıkılmaya ve ayakta seyahat edenler yorulmaya başladı, ki o yolculardan biri de bendim.
homurdananlar oldu mu, hatırlamıyorum -demek ki fazla olmamış. lakin peşpeşe açtığı telefonlarda kiminle konuştuysa hepsine aynı şeyi, üstelik bütün teferruatıyla  anlatan bir hanım vardı ki, otobüstekilerin gösterdiği tepkiyi fazlasıyla hak etmişti bence. telefondaki muhataplarının bir kez duyduğu, bizimse belki beşinci defa dinlemek zorunda kaldığımız şeyleri hiçbir ayrıntısından feragat etmeden tekrar tekrar anlatan o kadının konuşma azmi ve iştahı bugün gibi hatırımda.
yaşanan bu küçük tatsızlık, otobüsten inip inmeme yönünde geçirdiğim kararsızlığa bir son verdi. inip, eve yürüyerek gitmeye karar verdim.
mevsim kıştı. her tarafı kar kaplamış, hâlâ da yağıyordu. üşüyordum. önümde uzun bir yol, aynı yolu yıllar sonra babamla tekrar yürüyeceğim 15 temmuz gecesinin yaşanmasına ise çook zaman vardı daha.
üşümeye ayaklarımdan başlarım ben. bu defa da öyle oldu. nâçar, yürüdüm. eve vardığımda hava çoktan kararmıştı. soyunup dökündüm. bu esnada çoraplarımdan birinin ıslak olduğunu fark ettim. botlarımı önceki yıl almıştım. çok eski sayılmazlardı ama belli ki su çekmişti. peteğin yanında kurumaya bırakıp, kendime anne mamülü bi güzel tarhana çorbası yaptım. üstüne de sıcak bir çay…
ertesi gün tatildi. botları kontrol ettiğimde, gözle görülür bir hasara rastlamadım. belli ki dikişleri açılmıştı. bana kalırsa tamiri mümkündü, lakin tamirde iken giyecek kışlık yedek ayakkabım yoktu. en iyisi yeni bir çift bot almaktı.
havanın biraz durulmasını müteakip, otobüse atlayıp en yakın avm’e gittim.
birkaç ayakkabı mağazasını gezdikten sonra, kemal tanca’da denediğim kahverengi ve içi kürklü bot hoşuma gitti. etiketin yarısını aldıkları halde fiyatı 175 lira idi. birikmiş puanlarımı kullanırsam 135’e düşer, onu da üçe böldürürsem aylık 45’e gelir gibi tamamen türklere mahsus bir finans mantığıyla hareket ederek almaya karar verdim. bu, o güne kadar bir ayakkabıya ödediğim en yüksek meblağ idi.
yenisini alınca, diğer (eski) botu tamire verip boyattırdım. tamirden çıkınca gözüme öyle şirin göründü ki... dönüşümlü olarak her iki botu da kullanırım diye aklımdan geçirirken, annem “senin bu (eski) botlar da fena değilmiş. ihtiyacı olan birine verelim mi?” diye sordu; kabul ettim.
kışın kalan kısmında yeni botları giydim. havalar bot giymeyi gerektirmeyecek kadar düzelince, eskilerin potin dedikleri ayakkabıya geçiş yaptım. sonra da botlar tamamen gündemimden çıktı. ta ki bir dahaki kış, yani botları ayakkabılıktan çıkarma vakti gelene kadar.
yağmurlar iyice bastırıp da bot giyme ihtiyacı hasıl olunca, ayakkabılığa bakındım. eskiler, yani annemin teklif edip de belli ki vermeyi unuttuğu botlar oradaydı fakat yenileri göremedim. müsait bir zamanda bütün dolabı döker, tekrar bakarım diyerek eskileri giydim ben de.
ne var ki o (yeni) botları, dolabı dökünce de bulamadım. anneme sorduğumda dolaba iyice bakmamı tembihlediyse de nafile. eskisi var, yenileri yoktu.
- nasıl olur? kış bitiminde eskisini ben aldım, deyince meseleyi kavramaya başladım: meğer eski yerine yeni botları götürmüş.
- üstelik daha geçen haftaya kadar bendeydi, diye ekledi. benden aldığı botlar, yağmurlar başlayınca aklına gelmiş ve kastettiği kişiye o hafta vermiş.
bu karışıklıktan dolayı üzüldü tabii. en çok da ne çok para verdim diyerek aldığım botlar doğru-dürüst giyemeden elimden çıktığı için. biliyorum ki botlara (yada kendisinden çıkmış olsa paraya) değil, bana kıyamadı anneciğim
botların ziyan olmadığını, kendi imkânlarıyla alması mümkün olmayan biri tarafından giyildiğini, böylesi bir karışıklık olmasa yapmayacağım bir cömertliğe ve hayra vesile olduğu için sevinmesi gerektiğini söylediysem de, ne kadar işe yaradı bilmem.
aradan yıllar geçtikten sonra tekrar ediyorum ki o ayakkabıda cidden gözüm kalmadı. helâli hoş olsun.
üstelik geçen hafta, bu yazıyı kaleme almama vesile olan daha pahalı bir bot aldım. yine kemal tanca’dan, yine puan kullanarak ve taksitle. içi yine kürklü ama bu defaki siyah.
bu alışveriş, bir takıntı mı yoksa zararsız bir kişilik özelliği mi olduğunu bilemediğim yönümle tekrar yüzleştirdi beni: severek eskittiğim, kaybettiğim veya bir şekilde elimden çıkan şeylerin takipçisi oluyor ve zamanla yerine koyuyorum! allah yerine koyamayacağımız şeyler kaybettirmesin yeter ki…
o kışı eski botlarla geçirdim. eski dediğime bakmayın, sadece son alınana göre (yani kronolojik olarak) eski, fakat annemi yanıltacak kadar iyi görünümlü ve sağlam durumdaydı
kendi kullanamayacağınız bir eşyayı başka birine vermemek de dinimizin bir parçası değil mi zaten?

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

teyzelerim

ibişin rüyası

uzay merakım