çörekotları
Ağaçların neredeyse çiçek açmadan meyveye durduğu diyarlardan birinde yaşıyorsanız, mevsimdeki değişmeyi balkonda
geçirilen zamanın uzunluğuna bakarak takip etmesini de bilirsiniz.
Bütün kış sadece çamaşır asmak veya toplamak için uğranılan balkonlar, sabah kahvaltılarının yapılıp keyif
çaylarının yudumlandığı, evin en gözde mekânı hâline geliverir baharla birlikte…
Hemen altında yada üstünde komşumuzun da oturduğunu bildiğimiz hâlde yapmaktan geri duramadığımız apartman dedikoduları
bile balkona taşınır bu mevsimde.
Havalar biraz daha ısınıp açıkta bırakılan tereyağları kıvamını kaybetmeye başladığında, pazar alışverişinden ev
gezmelerinin saatine kadar hayatın bütün akışını tayin eden uzun bir yaz başlamış
demektir.
Mevsim günlük hayatı öylesine
etkiler ki bu diyarda, yaşanan kavgaların, ağız dalaşlarının ve münakaşaların bile
bir kısmının sebebi, bir kısmının konusu mutlaka sıcaklardır.
Öyle ki, serinlemek için kapıyı ve pencereyi birlikte açanların cereyanda kalmak istemeyenlerle ettiği kavga bütün yaz sürer.
Kızlarının şortları, askılı
bulüzleri veya mini etekleriyle sokağa çıkmasını istemeyen babalar da şikâyetçidir sıcaklardan, henüz satmaya başlamadan ekşimemesi için sütün içine buz atmak zorunda olduğunu söyleyen sütçü de, aldığı süte su katılmasını kat’a istemeyen
evin hanımı da…
* / *
Yaza mahsus münakaşalardan birini, saat
kaçta kahvaltı etmemiz gerektiği hususunda biz de yaşardık. Annem, gün
ilerleyip sıcaklar bastırmadan kahvaltı etmekten yanaydı, biz sabah serinliğinde
biraz daha uyumaktan.
Sabahları erken kalkan annemin bizi beklerken
ne kadar acıktığını düşünmeden geçen altı gün boyunca bizim dediğimiz olurdu; pazar
sabahları ise genellikle annemin.
Pazar kahvaltılarına mutlaka farklı
birşey eklerdi annem. Onun bu çabasını kendimizce ödüllendirmek için o gün
biraz daha erken kalkar ve ekmeği, karşıdaki bakkal yerine, üst sokaktaki fırından
alırdık. Günün bu ikinci fedâkârlığı bazen babama, bazen bana düşerdi.
Beşyüz metre uzakta olduğu halde bütün
hafta gitmeye üşendiğim fırındaki envai çeşit arasında en çok “çiçek ekmeği” severdim.
Ortadaki parça bir papatyanın göbeğini, etrafındakiler yapraklarını andırdığından
bu adı vermiştik ona. En büyük hüneri, her yaprağından ayrı bir sandviç çıkarılabilmesiydi.
Lâkin ben en çok üzerine serpiştirilen çörekotlarını severdim. Ateşi yiyince öylesine
buruk ve farklı bir tad katıyorlardı ki ekmeğe, sırf bu tad için bile günde
birkaç kere o fırına gitmeye değerdi.
Ulaşılması böylesine kolay bir tadı bir
hafta ertelemenin pişmanlığı ve bundan sonra bütün ekmekleri üst sokaktaki
fırından almanın kararlılığıyla kalkardım sofradan. Mamafih, pişmanlığım da
kararlılığım da uzun sürmez, bir sonraki öğünün ekmeğini karşıdaki bakkaldan
alırken bulurdum kendimi…
Çörekotlarına karşı bu kayıtsızlığım,
bir sonraki pazar kahvaltısına kadar sürerdi. Taa ki ekmeğin üzerindeki ilk
çörekotu tanesinden damağıma yayılan o buruk tad, bana tekrar “bundan sonra bütün
ekmekleri yukarıdaki fırından alacağım” dedirtene kadar. Ne var ki bu sözü de
unutur, kendimi tekrar bakkalın önünde bulurdum.
Fırın ve bakkal ile, çörekotlu ve
çörekotsuz ekmekler arasındaki bu gidiş-gelişler bir zaman sonra zihnime de
sirayet etti.
Hayatın anlamını çözmüş bir bilge
gibi değil, basiretinden şüphe etmeyen her insan gibi, bu çelişkiye cevap
aradım. Kendimce buldum da…
Sevdiğimiz halde ekseriyetle ihmâl
ettiğimiz, kolayca yapabileceğimiz halde yapmaktan geri durduğumuz şeyler vardı
hayatta. Bunları ihmâl etmenin ve yapmamanın maliyeti kolayca göze alınabilecek
kadar düşük, hatta sıfır olduğundan, çoğu zaman atlanıyorlardı.
Sokakta, parkta, asansörde,
dolmuşta… yanyana düştüğümüz insanlara selam vermememiz bu yüzdendi; hiçbirini
tanımıyorduk çünkü. Tanımadığı insanlara selam vermeyen birini kimse kınamaz, bunu
fark etmezdi bile.
Fileler dolusu yükü taşımakta
zorlananlar, otobüste güç-belâ ayakta duranlar, elinizdeki dondurmaya
yutkunarak baktığı halde renk vermemeyi çoktan öğrenmiş çocuklar, ziyaretçisi
olmayan hastalar…
Daha kolay seçebilsinler diye çöp
bidonunun yanına bıraktığımız hurda ve plastik atıklarla insanlık borcumuzu
ödediğimizi sandığımız, kendisine selam vermeyi, hatırını sormayı, kısaca
‘insan’ yerine koymayı çoğu zaman unuttuğumuz atık toplayıcıları…
Avcuna bozuk para koymadığınızı
unutsa da, saçını okşadığınızı asla unutmayacak Suriyeli çocuklar ve daha niceleri…
Bu dünyadan ve insanlıktan umudunu
kestikleri için sessizliği tercih etmiyorlarsa eğer, küçücük bir fiskeyle
renklendirebilecekken hayatı, kılımızı bile kıpırdatmadığımızı yüzümüze vurmayan
hakiki bir kemal içindeler -kılını kıpırdatmanın maliyeti, herkesin göze
alabileceği kadar düşükken üstelik.
Bu mülâhaza, beni tekrar
çörekotlarına götürdü. Varlığı hayatıma renk katan, yokluğu/eksikliği beni kederlendirmeyen
çörekotlarına.
Sade ve düzgün bir hayat -bir tarifi
varsa ve mümkünse tabii- bir çörekotu gibi yaşamaktan geçiyor belki de.
Birilerinin hayatında baş rol oynamaya
talip olmak yerine, dokunabildiği hayatları kolaylaştırıp renklendiren, yokluğunu
kimsenin fark etmediği çörekotları gibi yaşayıp gitsek…
İçimizde bir yerlerde çırpınan o kibirli
ve bencil insana nazire yaparcasına, basit bir çörekotu olmayı kabullensek.
Hayat belki de hakikaten değişip
güzelleşecek.
16 Mayıs 2018'de Hürfikirler'de yayınlanmıştır.
Yorumlar
Yorum Gönder