yedi numarayı keşfimiz
küçükken ama çok küçükken bir dizi vardı. ne adını ne konusunu hatırlıyorum. köyde veya bir çiftlikte yaşayan yaşlı bir adam, torunu, eşeği ve eşeğin çok ilginç olan adı kalmış hatırımda: yedi numara.
yıllar sonra bu isimde bir dizi çekildi. arada onbeş yirmi saniyelik tanıtımı geçerdi ekrandan. o kısa tanıtımlardan anladığım kadarıyla, köylü erkekler ve şehirli kızların aynı evde yaşarken karşılaştığı çatışmalar veya gülünç durumlar işleniyordu.
yayınlandığı dönemde tek bölümünü bile izlemediğim bu diziyi sonradan, tekrarlarından izledim. esasen bu yazı, dizinin kendisiyle değil de nerede ve nasıl izlediğimle ilgili olacak.
o sırada babam emekli. kardeşimle ben mezun olmuşuz ama iş bulamamışız henüz. babam bizi oyalamak için küçük fakat sağlam bir iş kurmak istiyor. sağlamdan kastı şu: belki çabucak iş buluruz da dükkânı kapatmak gerekir. veya kurduğumuz iş yürümez, yine kapatmak zorunda kalırız. her iki ihtimali de gözeterek akmaz kokmaz bir iş yapalım istiyor. yürütemezsek az zararla bırakılabilecek bir iş bakınırken, eski ev sahibimizin yaptığı iş aklına geliyor: kömürcülük!
mantığı basit aslında; satabilirsek satacak, satamazsak aldığımız fiyata veya biraz eksiğine elden çıkaracağız. izmirde kömür satmaya çalışarak yeterince risk alıyorduk zaten. muvakkaten yürütülecek bir iş için daha fazla risk almaya ne gerek vardı? gediz civarında bir dükkân açıp kömür satmaya başladık.
kömür olur da odun olmaz mı? odun da aldık, ufak tefek soba malzemesi ve mangal da… kömürler yirmi kiloluk torbalar içinde geliyordu, odunlarsa standart olmayan çuvallar içinde. bu yüzden kömürü torbayla, odunu kiloyla satıyorduk. diğer malzemeler ise tane işi satılıyordu. yazın sadece mangal ve mangal kömürü satabiliyorduk. dükkânı çevirmeye yetmiyordu ama ne gelirse hesabı…
kömür işi eylül gibi başlar, nisanda biterdi. yılın kalan kısmında tek tük satardık. satışların gün içindeki dağılımı da muntazam değildi. bazı saatlerde aşırı yoğunluk varken, bazen saatlerce oturur müşteri beklerdik. bu sırada babam gazetesini okur, kardeşimle ben okuma sırasının bize gelmesini beklerken çay içip laflardık.
bazen iki-üç saat sürerdi bu bekleyiş. bir dahakine önce biz okuyalım diye anlaştığımız halde, hemen her defasında gazeteyi yine babama kaptırırdık. gazetenin her satırını okur, önemli veya ilginç bulduğu yerleri bize de sesli okur, sonra da yorumlardı. böyle okursan iki üç saatte bitmez tabii. bıraksan da önce biz okusak ya babacığım?..
günlerden birgün, kolunun altında küçük bir televizyonla geldi babam. nereden çıktı bu televizyon dediğimizde anlattı: kahve önünde çay içerlerken birinin dükkânına mı, evine mi (unuttum) icra memurları gelmiş. bu televizyona el koyup yediemin olarak tespit ettikleri babama emanet etmişler.
televizyon günlerce bekledi. ne gelen, ne soran vardı. ancak uzun yol şoförlerinin kullanmak isteyebileceği türden basit ve adi bir televizyondu zaten, kim ne yapsın. ekranı bir karış ya vardı, ya yoktu. siyah beyaz ve tek kanallıydı. üstünde katlanır bir anten vardı.
yol kenarında görsek eğilip almayacağımız bu televizyon, bizim dükkânı şenlendirdi. iş yokken (veya babamın gazetesini okuduğu saatler boyunca) biz de televizyon izleyecektik artık. lâkin sadece trt1’i çekiyordu.
yedi numara dizisiyle işte bu dönemde tanıştık. yayınlandığı sırada izlemediğimiz bu dizinin, aradan birkaç yıl geçtikten sonra gündüz kuşağında verilen bilmem kaçıncı tekrarını izledikçe müptelâsı olmuştuk. her öğleden sonra yayın saatini beklerken ‘inşallah o saatte müşteri gelmez’ diyorduk.
gelelim dizinin konusuna… yüksek tahsil için köyden şehre gelen iki emm’oğlu, karısıyla birlikte lokanta işleten vahit emmilerinin yanına varıyorlar.
kıt kanaat geçinen vahit emminin çok mutlu bir evliliği var, tek eksikleri çocuk. iki katlı evlerinin bir odasını, çocukları yerine koydukları yeğenlerine tahsis ediyorlar. diğer odaları da başka öğrencilere kiraya verip pansiyona çeviriyorlar. bu sayede ellerine birkaç kuruş fazladan geçecek.
pansiyona şehir kökenli, üniversiteli dört kız yerleşiyor. üstüne yengenin (vahit emminin karısının) akrabası geliyor. onun nişanlısı, kızların erkek arkadaşları filan derken ortalık epeyce karışıyor. gençlerin mutad kavga ve tatsızlıkları yanında, farklı mazilerden gelen insanların yaşadığı kültür çatışmaları da bu kavgaların tuzu biberi oluyor. zamanla anlaşıp birbirlerini çok sevmeye başlıyorlar. fakat didişmekten hiç mi hiç vazgeçmiyorlar. dizinin konusunu da bu kavga ve didişmeler oluşturuyor.
üzerinden çok uzun zaman geçtiği için bazı şeyleri hatırlamıyor veya yanlış hatırlıyor olabilirim. fakat şu sıralar güldür güldür’de harikalar yaratan çağlar çorumluyu ilk defa bu dizinin ilerleyen bölümlerinde görmüştüm. geniş kitlelerin seksenler’de tanıdığı özlem türkad’ı (anne rolünde) ve aşkın şenol’u (manav rolünde) yine bu dizide görmüş tanımıştım. şebnem sönmez’i ve olgun şimşek’i bir demet tiyatro’dan biliyordum zaten. daha sonraki yıllarda, engin alkan’ın hem oynayıp hem yönettiği istanbul efendisi müzikali’ne gittim. kadroda çağlar çorumlu da vardı. her ikisini de canlı izledim.
dizideki diğer oyunculardan isim yapıp sivrilen olmadı bildiğim kadarıyla. keşke olsaydı. harika bir ekip, muhteşem bir diziydi çünkü.
O yıllarda demek ki size haksızlık etmişim.Bencil Şeref bir daha yapma.
YanıtlaSiliyi ki yaşamışız dediğim çok güzel yıllardı baba
YanıtlaSil