Uzay Yolculuğunun Hatırlattıkları

Alper Gezeravcı’nın uzaya yaptığı onsekiz günlük seyahat büyük bir merak ve heyecan dalgası yaratırken bazı tartışmaları da beraberinde getirdi. Bu tartışmaların en renklisi, uzaya çıkan ilk Türk’ü nasıl adlandıracağımızla ilgili olanıydı bana göre: Astronot mu demeliydik, yoksa Sovyetlerin ‘kozmonot’una, Çinlilerin ‘taykonot’una, Fransızların ‘spasonot’una benzer bir isim türetip onu mu kullanmalıydık? Türkonot diyebilirdik meselâ. Yada gökbey, gökmen, gökalp, cacabey, fezagir, evrenot…

Gökbey’e cinsiyetçi diye itiraz ediliyor. Gökmen, türkonot ve evrenot’a Türkçe’nin özünde olmayan (uydurma) eklerle türetildiği için karşı çıkılıyor. Fezagir’e Arapça kökenli olduğu için. Cacabey’e yükselen itiraz hem telaffuz zorluğundan hem de büyük ölçüde siyasî; bu ismi Devlet Bahçeli teklif etti çünkü. Velhâsıl bu isimlerin her birine farklı bir gerekçeyle karşı çıkmak mümkün, herhangi biri üzerinde uzlaşmak ise imkânsıza yakın. Benim şahsî tercihim, Gökalp. Bu sayede, ilk uzay yolcumuz Alper Gezeravcı’nın ismi de yaşatılmış olur.

55 milyon dolara mal olduğu söylenen ilk uzay yolculuğumuza getirilen en önemli eleştiri, bunun bir başarı hikâyesi olmaktan ziyade ‘parayı verenin düdüğü çaldığı’ bir iş olduğu yönünde. Bu itham, ağır ve haksız. Çünkü devlet bütçesi, yirmi-otuz yıl önce de bu meblağı ödeyecek kudrete sahipti. Dahası, 55 milyon dolarlık maliyeti karşılayabilecek güçte bankalarımız, futbol kulüplerimiz ve işadamlarımız var. Mesele sadece para olsaydı, bu uzay yolculuğunun çok daha önce başlatılması gerekmez miydi? Türkiye Uzay Ajansı’nın ABD’deki muadili NASA ile işbirliği içinde çalışan bir Amerikan şirketinden hizmet satın alma yoluyla yürüttüğü bu projeyi, başarılı bir ilk adım olarak görüyorum. Günün birinde kendi altyapımız ve donanımımızla uzaya çıkabileceksek, bu tür uluslararası projelerde edindiğimiz bilgi ve tecrübe sayesinde olacak bu.

Türkiye’ye uzay yolunda en büyük desteği, bir Amerikan özel sektör kuruluşu SpaceX verdi. Uzay çalışmalarında şirketlerin öne çıkması hem kaynakların verimli kullanılması hem de yolculuğun selameti açısından önemli. Her ticarî müessese gibi SpaceX de başarıya odaklanmış durumda. Bu başarıya en düşük maliyetle, en yüksek kârla ulaşmak için kaynaklarını daha verimli kullanma yolunda sürekli bir arayış içinde. Bunu yapabildiği ölçüde ayakta kalacak ve büyüyecek. Öte yandan her başarısız fırlatma -hele can kaybıyla sonuçlanırsa- şirkete para kaybettirmekle kalmayıp itibarına büyük darbe indirecek, müşteri portföyünü eritecek. SpaceX ve benzerleri, bu ihtimali azaltmak için her türlü tedbiri almak zorunda. Uzaya gönderilen ekipman ve personelin sigortalanması, yeterince tedbir alınıp alınmadığının kontrolü için ilâve bir müşevvik sağlıyor. Zira sigorta şirketi de, tıpkı SpaceX gibi en yüksek kâr saikiyle hareket ediyor. Bir kaza vukuunda para kaybetmek istemeyen sigorta şirketleri, kaza ve ölüm riskini azaltmak için uçuşa hazırlık sürecinin her aşamasına nezaret eden üçüncü bir göz vazifesi görüyor. Sigorta firmalarının uçuş güvenliğini artırmadaki hayatî rolünü merak edenler, Robert Murphy’nin Yanlış Bilinen Kapitalizm kitabının ilgili bölümünü okuyabilir (s. 92 vd). Aynı kitapta bir devlet kurumu olan NASA’nın hantal yapısının yol açtığı savurganlığa ve güvenlik açıklarına işaret ediliyor, tarihin en büyük uzay faciasının (Challenger) bir NASA projesi olduğu hatırlatılıyor. Velhâsıl uzay projelerinde özel sektörün önünü açmak ve olabildiğince işbirliği yapmak, tutulabilecek en iyi yol.

Projeyi genel olarak başarılı bulsam da, Gezeravcı’nın uluslararası uzay istasyo-nundaki (ISS) ilk günlerindeki hareket tarzı son derece çiğ idi. Bilimsel deneyler gerçekleştirmek üzere gönderildiği bir platformda, seçimlere hazırlanan bir politikacı gibi toplumun her kesimine mavi boncuk dağıtma sevdasına düştü. İlk gün ‘yüce önderimiz, büyük Atatürk’ün dediği gibi, istikbal göklerdedir’ sözleriyle Atatürkçülerin gönlünü fethetmeye çalıştı. İkinci gün ‘sayın cumhurbaşkanımıza ve hükümete’ teşekkürlerini sunarak Ak Parti cenahına selam çaktı. Üçüncü veya dördüncü gün dünyaya doğru namaz kılarak mütedeyyin kesimlere göz kırptı. Bunların hiçbirine gerek yoktu halbuki. O gün neler yaptığı ve istasyonda gündelik hayatın akışıyla ilgili paylaşımlarda bulunması yeterli idi. Kendisinden beklenen ve asıl merak ettiğimiz bunlardı.

Bu vesileyle, hep var olan fakat son zamanlara iyice ayyuka çıkan bir temayüle işaret etmek istiyorum. Atatürk’ü her konuşmaya, her hadiseye, her faaliyete ortak etmek hastalığı. Hastalık diyorum, çünkü bu ciddi bir kendine güven eksikliği ve davranış bozukluğu. Bu bozukluğu spordan siyasete, akademiye, iş ve sanat hayatına kadar her alanda görebiliyoruz.

Meselâ Ak Parti’nin İzmir Büyükşehir Belediyesi başkan adayı, seçilirse ilk yapa-cağı işin Anıtkabire giderek saygı duruşunda bulunmak olacağını söyledi. İzmir’in ihtiyacı olan şey bu mu? Yahut İzmir’de yaşayan Atatürkçüler “tamam öyleyse, oyumuzu gönül rahatlığıyla bu adaya verebiliriz” mi diyecekler?

Geçen ay, Eczacıbaşı Kadın Voleybol takımının Avrupa Ligi kapsamında bir İtalyan takımıyla yaptığı maça gittim. Bildiğiniz üzere Eczacıbaşı 2023 yılında hem Avrupa hem olimpiyat şampiyonu olan, son derece başarılı bir takım. Kadrosunda Boşkoviç gibi dünya kadın voleybolunun en değerli isimlerinden birisini barındırıyor. Böylesine büyük başarılara imza atmış bir takımın kendine ait bir marşı olmaz mı? Bütün maç boyunca Çav Bella ve İzmir Marşı’nı neden dinlemek zorunda kalalım ki?

Benzer bir garabeti Suudi Arabistan’da yapılan (daha doğrusu yapılamayan) Galatasaray-Fenerbahçe kupa maçında da yaşadık. Spora siyaset bulaştırma hastalığı, bu iki takımı 35 milyon dolarlık bir gelirden mahrum etti. Bu rakamın üstüne onar milyon dolar daha ekleyerek uzaya kendi gökalplerini gönderebilirlerdi halbuki. Hem büyük bir gelirden mahrum oldular, hem de bu tür uluslararası organizasyonlara davet edilme şansını heba ettiler. Suudi Arabistan yada başka bir ülke bu iki takımı bu tür bir özel organizasyona tekrar davet eder mi sanıyorsunuz?

Her sözümüze, fikrimize ve icraatımıza Atatürk’ten destek arama kolaycılığından vazgeçelim bence. Bu hem ciddi bir hastalık hem de Atatürk’ün benimsemediği fikirleri ve onu savunanları ‘makbul’ dairesinin dışına iten, özgürlük karşıtı bir zihniyetin tezahürü.

15 Şubat 2024'te Hür Fikirler'de yayınlandı.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

teyzelerim

ibişin rüyası

uzay merakım