dayımı kaybettik

yanında büyüdüğümüz yahut muntazaman görüştüğümüz akrabalarla kurduğumuz bağlar araya zaman ve mesafe girse bile kopmuyor, körelmiyor. hayatımıza sonradan giren akrabalarla münasebetlerimizde ise -bu gecikmenin makul bir sebebi yoksa hele- birşeyler hep eksik kalıyor, derinleşmiyor. dayım sözkonusu olduğunda da böyle bu, iki numaralı halam sözkonusu olduğunda da. hep bir eksiklik, hep bir yarım kalmışlık duygusu…
bugün size, birkaç gün önce kaybettiğimiz dayımdan bahsedeceğim.
dört kardeşin en büyüğü ve tek erkek olanıydı. meslek hayatına (deniz astsubayı) gölcük’te başlamış, emeklilikten sonra da ayrılmamıştı. 99 depreminde iki kat gömülerek zemin kata çakılan evinden sağ çıkmış, kalıcı konutlar olarak anılan bölgede inşa edilen yeni evinde yaşamaya başlamıştı. birkaç yıl önce ikinci eşini de kaybedince büsbütün yalnız kalmış, oğlunun ve gelininin olanca destek ve gayretine rağmen kendini iyice salmıştı. son yıllarını huysuz, inat ve memnuniyetsiz bir ihtiyar olarak geçirdiği ömrünü ikmal ederek ruhunu teslim etti. allah rahmet eylesin.
küçükken annem bize hep onu anlatırdı. denizci bir dayımız varmış bizim, çok meşgulmüş, o yüzden gelemiyormuş. ama bizi çok seviyormuş. sevmese yılda bir, bazen iki defa bayram tebriği atar mıymış? bu sözler üzerine biz de ona kart atmaya başladık. annemde siyah beyaz bir resmi vardı. onu saymazsak ne yüzünü görmüşlüğümüz, ne sesini duymuşluğumuz olduğu halde her bayram ve yılbaşında kart atma geleneğini uzun süre devam ettirdik.
dayımı ilk defa onbeş yaşında izmir’de, büyük teyzemin evinde gördüm. yengem (ilk eşi) yeni ölmüş yada son günlerini yaşıyordu. kimse artık bizi ayıramayacak minvalinde birşeyler söyledikten sonra eğildi, öptü ve cebime birşey sıkıştırdı. çıkarıp baktım, para. o yaştaki bir çocuk için büyük, hem de çok büyük bir para. aynısını kardeşime de yaptı. itiraz edecek olduk ama dayılar birşey verince alınırmış, öyle söyledi. anneme baktım, alabilirsin anlamında başını salladı.
birazdan yanına oturtacak, hangi okula, kaçıncı sınıfa gittiğimizi, derslerimizin nasıl olduğunu, büyüyünce ne olmak istediğimizi filan soracak diye bekledim. ne o gün, ne de sonrasında hiçbirini yapmadı. bu sorular, paradan daha önemliydi benim için. sormaması tuhafıma gitti.
onu tanıdıkça, paraya pek önem vermediğini fark ettim. saçmıyor, savurmuyor, fakat etkili bir silah gibi kullanıyordu parayı. herkesin fiyat kırmaya çalıştığı pazarda onbeş liraya satılan şeftaliye yirmi lira teklif ediyordu mesela. bu sayede çürüksüz, eziksiz, en iyi şeftalileri alıyordu. aynı taktiği kasaplara, manavlara, mandıralara, iş yaptığı herkese uyguluyormuş. dayımdan iyi bir para koparacağını bilen tesisatçılar, gecenin bir yarısı bile çağırsa gidiyor ve sorununu hemen çözüyormuş. sözüm parama geçer diyordu sık sık. bu söz hafızama kazındı ve parayla alabileceğim şeyleri, büyüyünce, kimseden istememeye karar verdim.
dayımı tanıdığımda ellili yaşlarının başındaydı. emekli olduğu halde kola kıravat geziyor, giyimine, kuşamına, tıraşına çok özen gösteriyordu. bir erkeğin adamlığını ayakkabılarının boyalı, ensesinin tıraşlı olmasından anlarım diyordu sık sık. bıyığını sadri alışık gibi ince kesiyordu. tepesi erkenden açılmış saçlarında, yaşının iyice ilerlediği dönemde bile bir tek beyaz bulamazdınız. sohbeti tatlıydı, fakat o konuşurken herkes onu dinlesin, kimse başka bir şeyle ilgilenmesin isterdi. konuşmayı da ne çok severdi…
sık sık etrafındakilerden yakınırdı. o güne kadar bizimle irtibat kurmamış olmasını ilk hanımına bağlıyor, aile huzurum için yaptım herşeyi diyordu. yengem ev hanımıymış halbuki. dayımın bütün gün neler yaptığını nereden bilecekti ki? istese kışladan telefon edebilir yada iki satır yazıp gönderebilirdi.
benzer bir yakınmayı, yanımızda geçirdiği bir babalar gününde de duydum. bugüne kadar bir kere kutlanmadı günüm, tek bir mendil bile almadım dediğinde ne kadar üzülmüştüm. o yıl kardeşimle aynı kıravatın iki farklı rengini aldık; biri babama, diğeri dayıma. babam hediyesini açtı, teşekkür etti, bizi öptü ve ertesi gün okula giderken (öğretmendi) o kıravatı taktı. dayımsa hediyeyi aldı, teşekkür etti, bir kenara koydu. paketi açmadı bile… o gün babamdan yana çok ama çok şanslı hissettim kendimi.
ilk eşinin vefatından birkaç yıl sonra dayım yeniden evlendi. arada bir biz onları, bazen de onlar bizi ziyaret etti. bu ziyaretler sırasında hep hüsnü kabul gördük, çok iyi ağırlandık. arada bir üzüldüysek sebebi, yengemle dayım arasında çoğu zaman bir hiç yüzünden başlayan fakat her seferinde tatlıya bağlanan sürtüşmelerdi. sıklığı ve şiddeti giderek artan bu münakaşalar, bir süre sonra günlük hayatlarının bir parçası halini aldı. deliler gibi kavga ettikten sonra barışıp hiçbirşey olmamış gibi elele tutuşmalarını şaşkınlıkla izliyorduk. mamafih, onlar alışmıştı bu duruma.
yengem dayıma çok iyi bakıyor, dayımsa onu rahat ettirmek için elinden geleni yapıyordu. fakat bu düzen birkaç sebeple bozuldu: dayım yaşlandıkça daha huysuz biri olmuştu. ondan en az on yaş küçük yengemin kendini maddeten güvence altına alma telaşına kapılması ise (ortak çocukları yoktu çünkü), dayımı çileden çıkarıyordu. ipler kopuyor dediğimiz bir anda, yengeme akciğer kanseri teşhisi konuldu. teşhisten sonra çok yaşamadı zaten. dayımı beklerken, kendi vefat etti. allah rahmet eylesin.
oğlu ve gelini ihtiyaçlarını karşılamak ve onu yalnız bırakmamak adına ellerinden ne geldiyse yaptı, hatta yanlarına almak istediler. fakat dayım evinden çıkmak istemedi. yirmidört saat başını beklemek mümkün olmayınca gündüz için bakıcı tuttular, fakat geceleri yine yalnızdı. son dönemde sağlığı iyice bozulunca, yirmidört saat kollanacağı özel bir bakımevine yerleşmeye ikna ettiler. orada sadece bir hafta kalabildi.
hayat böyle birşey işte; bir varız, bir yoğuz…

Yorumlar

  1. Kalemine sağlık

    YanıtlaSil
  2. Allah rahmet eylesin, başınız sağolsun. Ne güzel anlatmışsın, tanımış kadar olduk.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

teyzelerim

ibişin rüyası

uzay merakım