Geçmişten bugüne: bir HDP eleştirisi
HDP’nin
Meclis’e girmesini önemsediğimi belirterek bitirmiştim geçen yazıyı.
Yüksek
oy oranına ulaşmış bir partinin parlamento dışı kalması hakkaniyete sığmadığı
için değil sadece, ekseriyeti Kürtlerden müteşekkil geniş bir seçmen kitlesi
HDP’nin Meclis’te temsiline simgesel bir önem atfettiği, psikolojik bir
rahatlama yarattığı için de önemsiyorum bunu. Bahsettiğim kesimler, bu partinin
Meclise girmesini adeta siyasî rüştlerini ispatı, hatta gövde gösterisi olarak görüyor.
Lâkin baraj engelini aşıp Meclis’e girse bile, sırtındaki bagaj (terör)
nedeniyle HDP siyaseten etkin bir figür olamıyor.
Kabaca
2009-2015 olarak tarihleyebileceğimiz ‘çözüm
süreci’nde böyle miydi ya?.. Muhafazakârlar ile Kürtler gündemi birlikte
belirliyor, önemli pekçok demokratik açılıma birlikte imza atıyorlardı. Bu iş
ve anlayış birliğinin devam ettiği altı yılın son iki yılı, neredeyse tam bir
çatışmasızlık hâlinde geçmişti. Artık analar ağlamayacak, o güne kadar silaha,
kurşuna ve mermiye akıtılan paralar yöre insanına, yatırıma, imara ve kentlere
gidecekti. Nitekim gitti de.
7
Haziran seçimleri
7
Haziran 2015 seçimlerine yaklaştıkça Ak Parti ve HDP arasındaki diyalog bozulmaya,
yerini karşılıklı salvolar ve sert atışmalar almaya başlamıştı. Kürt seçmenlerin
oyuna talip iki parti arasındaki siyasî rekabete bağlıyordum bunu. Seçimden
sonra düzeleceğini umut ediyor, dahası buna inanıyordum da.
Seçimler
sonrasında Ak Parti’nin tek başına hükümeti kuracak çoğunluğa erişememesi, buna
mukabil HDP oylarındaki büyük artış, muhtemel bir AKP-HDP koalisyonu konusunda
beni oldukça heyecanlandırmıştı. Umumun AKP-CHP veya AKP-MHP koalisyon
hayalleri kurduğu günlerde bile, hem en gerçekçi hem en hayırlı çözümün AKP-HDP
koalisyonu olacağını düşünüyordum ben.
Muhtemel
bir AKP-HDP koalisyonu çözüm sürecini başarıya ulaştırmakla kalmayacak, parlamentoda
sahip oldukları güçle yeni bir anayasa yazmak dahi mümkün olabilecekti. Bu
ülkenin iki çok-çekmiş kesiminin, muhafazakârlarıyla Kürtlerinin el ele vererek
bir anayasa yazmaları harika olmaz mıydı?
Fakat
hadiseler umduğum gibi cereyan etmedi. Ak Parti ve HDP arasındaki gerginlik
azalmak bir yana, seçimden sonra daha da şiddetlendi. Ak Parti ve Erdoğan
karşıtı cepheye öyle bir savruldu ki HDP, Türkiye için bir şans olarak gördüğüm
bu hükümetin kurulma şansı kalmadı. Bu süreçte beni en çok, HDP’nin nasıl olup
da kendisini Ak Parti’den ziyade CHP ve MHP’e yakın hissettiği hayrete düşürmüştür.
Bunu
söylerken, çözüm sürecinde Ak Parti’nin hiç hata yapmadığını ima etmiyorum. Fakat
gelişmeler gösterdi ki Ak Parti, hatalarının hiçbirini önceden planlamamış,
kasten yapmamıştı. Halbuki PKK/KCK, çözüm sürecinin tıkır tıkır işlediği günlerde
dahi terörü yeniden başlatacağı günlerin hazırlığını
yapmıştı. Ceylanpınar’da iki polisi ensesinden vurarak çözüm sürecini fiilen
bitirmeden çok daha önce şehirlere silah ve bomba yığınakları yapan, asfalt
yollara mayın döşeyen, tırları ve iş makinelerini yakan, devrimci halk savaşı
başlatan, halkı silahlanmaya ve öz savunma birlikleri kurmaya çağıran, çatışmasızlığa
son vereceğini ilan eden hep PKK/KCK değil miydi?
PKK/KCK
tarafından başlatılan şiddeti durdurmaya HDP’nin gücü yetmezdi, yetmeyebilirdi.
Lâkin HDP’nin günahı, kimin başlattığından bağımsız olarak şiddeti tel’in etmediği
ve bir an önce durdurulması çağrısında bulunmadığı gibi, şiddeti mazur, hatta
haklı göstermesiydi bana göre. Bu basiretsizliğinden ve PKK/KCK’ya
teslimiyetinden ötürü oy kaybetmemesi, seçmen tarafından cezalandırılmaması
adâletsizlik olurdu.
Öte
yandan baraj altı kalacak şekilde cezalandırılması (meselâ oyunun %9,9’da
kalması) toplumun geniş ve dinamik bir kesiminin taleplerinin Meclis’e yansımasını
engelleyebilirdi de.
Şahsî
kanaatim barajın aşağıya, meselâ en az %5’ler seviyesine çekilmesi hâlinde
HDP’nin oyunun biraz daha düşebileceği yönünde. Demirtaş’ın şahsî oyunun
2014’te %9,8 iken, bu seçimde %8,4’e düşmüş olması, bu kanaatimi destekler
mahiyette.
Görüldüğü
üzere yüksek baraj sadece adâletsizlik getirmiyor, çoğu zaman seçmen
tercihlerini de çarpıtıyor.
14
Ağustos 2015 tarihli bir HDP eleştirisi
“…Kendini
anti-AKP yada anti-Erdoğan olarak tanımlayan bu ruh hâlini anlamak için, biraz
daha geriye gitmekte fayda var.
2002
Kasımından beri her seçimden galip çıkan Ak Parti, sandığa oldum olası güvenmeyen
çevrelerde “iktidarın seçimlerle değişmeyeceği” kanaatinin oluşmasına ve sandık-dışı
enstrümanlar bulmanın/kullanmanın şart, hatta mubah olduğu düşüncesine yol
açtı…
…
Derken, geçen Haziran’da yapılan genel seçimlerde ezber bozuldu ve Ak Parti tek
başına hükümet kurma şansını kaybetti.
7
Haziran 2015 seçim sonuçlarının, onüç yıldır girdiği bütün seçimlerin tartışmasız
galibi Ak Parti açısından başarısızlık olmasa bile bir ‘gerileme’yi ifade
ettiği aşikâr. Fakat bu sonuçların, Ak Parti’nin sandıkta yenilemeyeceği tezini
çürüttüğü ve Türkiye’de bir dikta rejiminin mevcut yada kurulmakta olduğu
feryatlarını boşa çıkardığı da muhakkak. Kısacası bugün, muhalefetin ümitvar
olması, siyasete, topluma ve toplumsal olana dört elle sarılması ve yukarıda
bahsettiğim ruh hâlinden sıyrılması için her zamankinden daha çok sebep var.
Özellikle, beklentilerin çok üzerinde bir başarıyla seçimlerden çıkan HDP
cenahı açısından. Fakat öyle olmadı, olmuyor.
Çözüm
sürecinin akamete uğradığı, terörün tekrar hortladığı bugünlerde HDP neyin ve
kimin temsilcisi olduğuna karar vermek durumunda. Hak ve hürriyet talebinde
bulunan ve bunu demokratik siyaset kanalıyla elde etmeyi şiar edinen, çoğunluğu
Kürtlerden müteşekkil insanların mı; yoksa terörü ve şiddeti masada tutmayı pazarlık
gücünü artıran bir seçenek olarak gören PKK/KCK’nın mı?
Bu
ikisi (Kürt siyasal hareketi ile PKK/KCK çizgisi) silahların sustuğu dönemde de
iç-içe geçmekle birlikte bu durum, zamanla değişeceği beklentisi ile mazur görülebiliyordu.
Öyle ki HDP ve PKK/KCK arasındaki ilişkide HDP zamanla öne çıkacak, PKK/KCK ise
eriyip yok olacak yada etkisizleşecekti.
Bir
başka beklenti de HDP’nin, Kandil’in söz ve eylemlerini tasdik (bunun mümkün
olmadığı zamanlarda tevil) eden bir pozisyondan Kürt meselesinde asıl söz
sahibi pozisyona doğru ilerlemesi ve bu pozisyonunu başta Kandil olmak üzere
bütün paydaşlarına kabul ettirebilmesi idi.
HDP
ve yöneticilerinden beklenen bir başka şey, geçen zamanı PKK/KCK’yı dağdan inmeye,
gerektiğinde tekrar başvurmak üzere değil temelli olarak silah bırakmaya, Kürtler
ve bölge adına her ne talep ediliyorsa, bunu elde etmenin hem en iyi ve en
doğru, hem de tek meşru yolunun silahlı mücadeleyi terk edip demokratik
siyasete sarılmaktan geçtiğine ikna etmek için kullanmalarıydı.
Ne
oldu; denediler ve başaramadılar mı, yoksa hiç denemediler mi?”
Kendilerini
yeniden ciddiye alabilmemiz için Demirtaş başta olmak üzere HDP yöneticilerinin
bu sorulara samimiyetle cevap vermesi gerek.
Bu
amaç uğruna kullanmayacaklarsa, ne kadar oy aldıklarının da kaç milletvekili
çıkardıklarının da ne önemi var ki?
Yorumlar
Yorum Gönder