tartışma kültürü ve geleneği
Öğrencilik yıllarımda okuduğum bir kitapta bozkırın
ortasında (sıfırdan) bir orman kurmaya çalışmak pek akıl kârı değil yazıyordu.
Belli bir alanda çok sayıda ağacın bulunması, o bölgeyi orman yapmıyordu zira. Orman
dediğimiz şey sulanmaya, budanmaya, seyreltilmeye, ilaçlanmaya, kısaca bakıma ve
desteğe ihtiyaç duymadan varlığını devam ettirebilen bir yapıydı.
Çok
sayıda fidanı toprakla buluşturup bir sürü zahmet ve külfetle bakımını yapsanız
bile, meydana getireceğiniz ‘ağaçlar topluluğu’nun kendi ekosistemini yaratarak
bir ‘orman’a dönüşmesi onyıllar alıyor, bazen onyıllarca sonra bile mümkün
olmuyordu bu.
Velhâsıl,
çıplak bir bölgede orman yatırımı yapmak yerine, mevcut ormanları genişletmeye
çalışmak her bakımdan (para, emek, zaman) daha ucuz ve sonuç alıcı bir
politikaydı.
*/*
Belli
bir bölgedeki çok sayıda ağacın su, toprak, rutubet ve diğer canlılar ile
etkileşerek zaman içinde kendi ekosistemini oluşturması gibi, bir memleketteki
ifade hürriyeti de zamanla kendi havzasını oluşturur. Bu havzada yetişen her fikir
hem kendisi güçlenir, hem diğer fikirlerin serpilmesi için uygun zemin (ekosistem)
oluşturarak fikir hayatının canlanıp gelişmesine katkıda bulunur.
Bana
kalırsa, Türkiye’de fikir hayatının yeterince gelişmemiş ve derinlik kazanmamış
olmasının en önemli sebeplerinden biri de ifade hürriyetinin hemen her devirde,
şu yada bu gerekçeyle kısıtlanması.
Fikir
hayatımızın en canlı olduğu dönem, kanaatimce yirminci yüzyılın ilk çeyreği idi.
Feministinden komünistine, İslamcısından Türkçüsüne kadar hemen her görüş kendini
ifade fırsatı arıyor, bir ölçüde yakalıyordu da. İkinci Meşrutiyet’in getirdiği
kısa süreli rahatlama, fikir hayatımızın bütün renklerinin ortaya döküldüğü bir
yayın patlamasına yol açtı. Lâkin bu özgürlük ortamı uzun sürmedi.
İttihat
ve Terakki diktatörlüğü, Balkan Savaşları ve Birinci Cihan Harbi, işgal ve
mütareke yılları, İstiklal Harbi, Cumhuriyet, Takrir-i Sükûn, inkılaplar,
İkinci Cihan Harbi, sıkıyönetimler, darbeler, muhtıralar, anarşi ve terör…
derken Türkiye, ifade özgürlüğünü hayata geçirmek için aradığı huzur ve sükûnu
bir türlü bulamadı. Geride bıraktığımız yüz yıllık süreçte öğrendiğimiz tek
şey, ifadeyi kısıtlamak için her devirde bir sebep ve bahane bulunabildiği oldu.
*/*
İfade
özgürlüğünün önündeki engeller, sadece entellektüel düşünce geleneğine ket
vurmadı, analiz yapma ve senteze ulaşma kabiliyetinin gelişmesine, tartışma
kültürünün ve âdâbının yerleşmesine de mani oldu. Harf devrimi ve dil inkılabı
gelenekle aramızı büsbütün açtı.
Tarihten
gelen bu yükle, kendimizi yeterince ifade edemiyor, karşımızdakini tam
anlamıyoruz.
Takım
tutar gibi fikir ve saf tutuyor, ya hep’ler ya hiç’ler, ak’lar ve kara’lar
dünyasında yaşıyoruz. Belli kişi, grup veya partilere angaje biçimde düşünüyor,
safımızı onlara göre belirliyoruz.
Mensubu
bulunduğumuz kitleye toz kondurmuyor, fikrî muarızlarımızın da bazen haklı
olabileceğini düşünmüyoruz bile.
Ve
karar verdikten sonra bile tartışmaları geride bırakmayı bilmiyoruz…
*/*
Bunun
son örneğini, anayasanın 16 Nisan halk oylamasıyla değişen hükümlerinden
bazılarının bu (yeni) hâliyle daha güzel olduğunu söyleyince gördüm.
Geçen
yazımda, 16 Nisan’la hayata geçirilen değişikliklerin bir bütün hâlinde daha
iyi olduğunu söylemedim. Sıkıyönetim ve askerî mahkemelerin kaldırılması ile
olağanüstü hal ilanını düzenleyen üç maddeyle ilgili görüş beyan ettim sadece.
Kaldı
ki 16 Nisanda geçen değişiklikler arasında beğendiğim başka maddeler de var, şu
şöyle olmalı dediklerim de. Sırası geldikçe değineceğim.
16
Nisan’da ‘hayır’ demem, pakette yer alan tüm maddelere karşı olduğumu, ‘evet’
demem de paketin kusursuz olduğunu göstermez. Evet veya hayır demiş olmam, her
bir madde ile ilgili eleştiri hakkımı da beğeni hakkımı da elimden almaz.
16
Nisanda hangi yönde oy vermiş olursak olalım, bize düşen, yeni sistemin aksayan
(veya aksayacağını düşündüğümüz) yönlerine dikkat çekip önümüzdeki dönemde
düzeltilmesini istemek ve bunun için kulis yapmak.
Yorumlar
Yorum Gönder